| WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
|
| | Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Cuma Mayıs 07, 2010 12:23 pm | |
| Son devirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh Ahmed Haznevî'nin halîfelerinden. İsmi, Abdülhakîm'dir. Seyyiddir. Hazret-i Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr olmuştur. Gavs-ı Bilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392) senesinde Ankara'da vefât etti. Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde defn edildi. Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için dâvet edildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar. Babası vazîfesinin altıncı ayında vefât edince onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devâm etti. Aynı zamanda hocası ile mânevî bağını devâm ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icâzet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyânis'e döndü. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edildi. Burada pekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî vefât etti. Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyâsında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye bağlanmasını bildirdi. Rüyâsında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed! Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın!" diye emânet etti. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî'ye giderek talebe oldu. Hazne'ye Ahmed Haznevî'nin talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte gitti. Şeyh Ahmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl etti. Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibâren "Molla Abdülhakîm" diye hitâb ederek, onun ilim ve irfânını takdir ettiğini gösterdi. Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini arttırdı. Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı. Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allah(c.c.)ü teâlânın rızâsını kazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîce alamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarına sebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip Abdülhakîm Efendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği mektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan iki çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları iâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm ederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdâr toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Bu ilme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâAllah(c.c.) mîrâs gerçek vârislerinin eline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde kalmayıp, ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti. Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hem talebe okutup ilim öğretti hem de sohbetleriyle insanlara dünyâda ve âhirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Talebelerinden birisinin; "Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâ ve âhirette bizim kurtuluşumuza vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm Hüseynî Efendi; "Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin." buyurdu. Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet nedir?" deyince; "Hürriyet Allah(c.c.)ü teâlâdan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratana dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi ve başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah(c.c.) hesabına göre olmaktır." buyurdu. Talebesi; "İhlâsdan çok bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illet ve gâye olmaksızın yalnız Allah(c.c.) için günâhı terk ve emirleri yapmaktır. Yâni vargücünü Allah(c.c.)ü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde sebat etmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimin düşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyh himmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi. Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlı Gadiri köyünde kaldıktan sonra Şehri'ye gelen Abdülhakîm Hüseynî insanlara tatlı sohbetlerde ve nasîhatta bulundu. Dinleyenlerden birinin; "Açık ve gizli darbelere nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap verdi: Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uymak, Allah(c.c.)ü teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allah(c.c.)ü teâlâdan başkasını düşünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri bırakan ne ise kalpten onu terk et." buyurdu. Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerden birisi; "Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilmini biliyor, Selef-i sâlihînin, ilk devir İslâm âlimlerinin kitaplarını okursa, mânevî bir yol göstericiye ne gerek vardır?" diye sordu. Cevâbında buyurdu ki: "Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczâcı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten âcizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı cezâlandırılır. Elbette böyle satış yapan cezâyı hak eder. Bununla berâber hastalıkları tedâvî ve teşhis eden doktor da kendi filmini çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilir ama iki omuzu arasında bir çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz. Halbuki insan âhiret yolunda evvelâ avâmdır yâni halktandır. Nasıl kendini tedâvî edebilir. Kalb hastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden daha zordur. Acaba nazarî olarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun dâhi olsa beyin ve kalb ameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler, nasîhatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat mânevî rehber olan hocalar öyle değildir. Peçok günahkâr ve fâsık onların sohbetleri sebebiyle günahlarından vaz geçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamânımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyânı fazla olmuştur. Bugün vâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama hakîkî saâdet yolunu gösteren rehberler azdır." Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdu: Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allah(c.c.)ü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allah(c.c.)ü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allah(c.c.)ü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir. Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allah(c.c.)ü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl değildir." Abdülhakîm Hüseynî Menzil'de bulunduğu sırada hastalanmadan önce şimdiki türbesinin yerini etrafına taşlar dizerek işâretledi. Vefât ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyet etti. Ömrü boyunca insanların îmânlarını kurtarabilmeleri için gayret etti. Bir sohbetinde; "Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îmân kurtarma mektepleri hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları îmânlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır." buyurdu. Ömrünün son zamanlarında sohbetine gelen insanlara buyurdu ki: İnsanın kalbi dâimâ Allah(c.c.)ü teâlâya bağlı olmalı, Allah(c.c.) insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbi hem mahzûn olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı. Kişi ne kadar mahzûn, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allah(c.c.)ü teâlânın yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden, zevk ve safâ peşinde koşan kişinin, elbette Allah(c.c.)ü teâlâdan haberi olmaz. İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hep fakirlerledir. Fakirleri sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünyâ malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisseden kimseyi Allah(c.c.)ü teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini, kendini büyük görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki, başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allah(c.c.)ü teâlâdan uzak olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu. İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günahlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında bulunan ve helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık dâvâsına kalkıştılar. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâh olmadığını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyük iddiâlara kalkışan nefislerine kendileri de uydular. İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadar devâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in köpeği, köpek olması münâsebetiyle haram ve necisdir. Islâkken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defâ yıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine göre). Fakat iyilerle kaldığı için, Allah(c.c.)ü teâlâ onu berâber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu hâlde cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerle berâber bulunacaktır. Halbuki Nûh aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm bir peygamberin oğlu olduğu hâlde, kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla berâber bulunduğu için îmânını kaybetti. Allah(c.c.)ü teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İnsan her kimi seviyorsa kıyâmette de onunla berâber haşrolacak, kiminle arkadaşsa haşirde de onunla arkadaş olacaktır." Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil köyünde hastalanan Abdülhakîm Hüseynî Efendi tedâvî için Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da Ankara'ya nakledildi. Burada iken bâzı siyâset adamları ve parlamenterler kendisini ziyâret ederek duâsını istediler. Onlara hitâben; "Hâlis niyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her kim hizmet etmek isterse Allah(c.c.)ü teâlâ onu muvaffak kılsın..." diye duâ etti. Allah(c.c.) Rahmet etsin.(Amin) | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Cuma Mayıs 07, 2010 12:23 pm | |
| Gavs hazretleri... Büyük Mürşit... Seyyid Muhammed'in oğludur. Seyyid Muhammed, Hazret'in halifelerindendi. Ancak üstatlarına: "Efendim, siz hayatta iken ben halifelik yapmam, bu yüzden beni ma'zur görün. Saadetli ömrünüz boyunca, bu fakiri dizinizin dibinden ayırmayın, gizleyin. Şayet benim ömrüm sizden sonra devam edecekse bu durumu birine bildirip, halifeliğimi vasiyet edersiniz." diyecek kadar mahviyet sahibi... Ne garip ki, bu zat mürşidinden evvel vefat edecek ve mürşidi de onun hakkında şu yücelik ifadesini kullanacaktır : "Allah (CC)'a yemin ederim ki, şu memlekette Seyyid Muhammed gibisini görmedim. Sizler sakın onu zamanındaki diğer alimlerle karıştırmayın. Siz hiç kendisine halifelik verilipte bunun saklanmasını isteyen birini gördünüz mü? kendisi halifemiz olduğu halde yaşadığımız sürece bunun gizlenmesini istedi." Seyyid Muhammed'in (K.S) H. 1322 tarihinin 10'una rastlayan perşembe günü öğle ile ikindi arasında Baykan ilçesinin Kermet köyünde bir oğlu dünyaya gelir.Seyyid Muhammed, bu durumu şöyle ifadelendirir: "Allah (CC)'ın lütfu ile bugün bir erkek çocuğum dünyaya geldi. Adını Abdülhakim koyup, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudum. Fıkıh alimi olması arzusuyla göbeğini "Basuri" adlı fıkıh kitabı üzerinde kestim." Seyyid Muhammed'in Celaleddin adında bir oğlu daha olup bu çocuk beş yaşında vefat etmiştir. Hafize ve Esma adında iki de kızı vardır. Şeyh Abdurrahmani Tahi'nin halifesi Şeyh Abdulkahhar (K.S) bir gün Arınç köyüne gelir. Çok küçük yaşta olan Şeyh Abdulhakim'i görünce, şöyle der: "Allah (CC) bağışlasın bu çocuk kimindir, bu ilerde büyük bir zat olacak. Ancak bir kusurunu görüyorum, çok halimdir." Ayrıca Hazret de (K.S) Norşin'den Siyanüs'e gelince Seyyid Abdülhakim onu iki defa ziyaret edip, üçüncü kez ziyaretine gittiği zaman, "Bu kimin oğludur" dedi. Cemaat, "Seyyid Ma'rufun torunudur" Hazret (K.S) dua edip şöyle der: "Bu çocuk gelecekte büyük bir zat olacaktır. Gavs'ın diğer sadat gibi tahsil hayatı çeşitli yerlerde geçmiştir. Babasından Kur'anı öğrendikten sonra, Siyanüs köyündeki Hazretin medresesinde üç yıl, ardından Norşin'e giderek orada yedi yıl, Norşin'den Şeyh Fethullahi Verkanisi'nin köyüne gidip iki yıl, oradan da Arbo köyüne giderek üç yıl ve nîhayet Suriye'ye yönelip Hazne köyünde hem zahiri, hem batıni ilmine devam edip orada tamamlarlar. Bilfiil yirmi altı yıl ilm tahsili ile uğraşırlar. İlim tahsil ettiği üstatları şunlardır: 1-Molla Muhammed Emin (Melle Mezin) Büyük Molla 2- Şeyh Muhammed Arbovi 3- Molla Zahir 4- Muhammed Selimi Hezani 5- Ahmed El Haznevi. İki defa evlendiler. Birincisi kendilerinden on beş yaş büyük bir akrabasından dul bir hanımefendi Seyyide Fatıma. Bu evlilikten, Seyyid Muhammed, Seyyid Muhammed Raşid, Seyyid Zeynel Abidin (Bu zat küçük yaşta vefat etmiştir.) isminde üç oğulları, Halime ve Hatice isminde iki de kız çocukları olmuştur. İlk zevcesinin teşvikiyle ikinci defa yine akrabasından olan Seyyide Sıdıka ile evlenmişlerdir. Bu izdivaçtan da, Seyyid Abdulbaki, Seyyid Ahmed, Seyyid Abdulalim, Seyyid Muhyiddin, Seyyid Enver adlı oğulları ve dört kızı olmuştur. Zahiri ilimlerde büyük bir alim olan Gavs hazretleri ahlaken çok halim idi. Onu görenler halinden etkilenip hidayete ererdi. Gavs, çoğu zaman şöyle derdi: "Üstat Abdulkahhari Zoheydi, hakkımda şöyle demiş: "Bu zat iyidir, ancak bir kusuru vardır. 0 da çok halim olmasıdır. Elhamdülillah bu kusur ne büyük bir kusurdur." Doğru ve faydalı sözleri tamamen dinler gerekirse cevap verirdi. Yoksul kişilerle oturup sohbet eder, onların arzu ve isteklerini karşılayıp gönüllerini hoş tutardı. Küçük çocukları çok sever ve derdi: "Çocuklara yedi yaşından itibaren namaz kılmayı öğretiniz, on, on beş yaşları arası kılmazlarsa icap ederse dövünüz. Siz bu çabayı gösterin, onlar sonunda bırakırsa ebeveynleri mesul olmaz. Gençlikte yapılan ibadet çok makbuldür. Bir insan gençliğinde Allah'a kulluk etmezse, ihtiyarladığı zaman ne dünyaya ne ahrete yarar. Bir gün mübareğe dediler: "Efendim bazı kişiler sizin münkirliğinizi yapıyorlar, siz ne dersiniz." Cevaben buyurdular : "İmamı Şafii (R.A) buyuruyor: Huzuru İlahide Rabbi Teala bana şefaat hakkı tanırsa önce münkirlerime şefaat edeceğim. Çünkü onlar bizim terakki etmemize sebep oluyor. Elbet bizim iyiliğe iyilikle cevap vermemiz gerekir." Yine Hasanı Basri (R.A) de kendi gıybetini yapanlara, iyiliğe iyilikle muamele edilir deyip, bir tabak şeker hediye göndermiş " Allahü Teala' nın İzniyle biz de öyle yaparız, onları severiz." Ahlaken olduğu gibi takvada da tek... Bir gün bazı sofilere Fatiha suresini talim ettiriyordum lisanları değişik olduğundan bu kişiler "sıratellezîne" derken doğru telaffuz edemiyordu. Bu yanlışlıkları düzeltmek için onlara ders vermeye başladım. Bizim bu dersimize Bilvanis seyyidlerinden bir tanesi itiraz edip dedi: - Bunu bırakın, sadatlardan söz edin. Çünkü bir laf eksiğe veya fazlalığa bakmazlar. Ben de: - Eğer yapılan ibadetler şeriata aykırı olursa, Allah (C.C) katında makbul değildir, dedim. Seyyid bana kızarak dedi: - Şah ı Hazne'nin huzurunda bir alim, Şahı Hazne'nin haline kalben itiraz etti. Bu durumun farkına varan Şahı Hazne o alime bir nazar etti. Alim yere düştü, sonra sarığı boğazına dolaştı. Seyyidin bu sohbetinden ben çok korktum. Çünkü mübarek Seyyiddir, kalbi incinmiştir. Ben de bu işte zarar etmiyeyim diye durumu Gavs'a anlatmak için mübareğin yanına vardım. Gavs hazretleri akşam rabıtası yapıyordu. Rabıtayı bitirdikten sonra, dönüp bana dedi ki: - Allah (C.C)'ın yolu nasılsa insan öyle anlatmalıdır. İtiraz edip buna darılan, darılsın, hangi büyük kayayı isterse kafasını o taşa vursun. Gavs hazretleri en çok Akaid ve ilmihal bilgilerini öğrenmeye teşvik edip, derdi: "Akidesi zayıf olanın imanı da zayıftır. Zayıf olan iman her zaman tehlikededir. Dinin ayakta kalması ilimledir." Şahı Hazne diyor: "Dünyayı isteyen ilim okusun, Ahireti isteyen de ilim okusun." Bunun için ilim çok önemlidir. Bakınız Rabbi Teala buyuruyor: "Allah'tan gereği gibi ancak alimler korkar." însan hayatı dünyeviyesinin her anını sünneti seniyyeye göre ayarlamalıdır. Hazret dünyayı değiştirdikten sonra, Gavs yarım kalan ilmi şeriatını tamamlayıp, seyri sulukunu yapmak için Şeyh Muhammed Selim-el Hizaniye intisap etmek ister. Bu işe karar vermeden önce istihare yapan Gavs, gördüğü rüyayı şöyle anlattı: - Rüyamda; Hazret, Şahı Hazne ve ben beraber bulunuyorduk. Hazret Şahı Hazne'ye şöyle dedi: - Şeyh Ahmed, Seyyid Abdülhakim'in babasının bizde çok emeği vardır. Onun için sen ona gözün gibi bak. Bu rüyayı şahı Hazneye intisap için işaret sayan Gavs, doğru Hazne yolunu tutar. Şahı Hazne'yi ziyaret edip tarikat almak istediği zaman, Şahı Hazne der: - Abdülhakim sen tarikat almadın mı? - Gavs, evet kurban önceden almıştım. Şah-ı Hazne: -Kimin tarikatını almıştın ? Gavs: - Hazret (K.S)'ın tarikatını. Bu cevabı tebessümle karşılayan Şah-ı Hazne der: - Hepimiz Hazret'in tarikatındayız. Senin tarikat almana lüzum yoktur. Tövbe verip, tarikat vermez. Bu hale şahit olan Şahı Hazne'nin halifesi Molla İbrahim şöyle der: Seyyid Abdülhakim, niçin böyle yaptın, bir menfaat görmezsin, bak bir kişi bir mülk alsa, onu istediği gibi tasarruf edip kullanabilir ve fayda görür. Kişi sahip olmadığı mülkün üzerinde tasarrufta bulunabilir mi? Elbette ki bulunamaz. İşte mürşidi kamil de böyledir. Kendi tasarrufuna alabilmesi İçin, kendi eliyle müride tarikat vermesi gerekir. Kendi müridi olmayan bir kişi üzerinde hiç bir mürşit tasarrufta bulunamaz. Bu sözlere çok üzülen Seyyid Abdülhakîm der: Biz bu işin böyle olduğunu bilmiyorduk. Bir gün tekrar Şahı Hazne'yi ziyaret eden Gavs, der: - Kurban ben tarikat tazeleyeceğim, Şahı Hazne: - Hepimiz Hazretin (K.S) tarikatındayız. Senin tarikat tazelemene lüzum yoktur. Gavs : - Efendim ben o zaman talebe idim, tarikatla fazla meşgul olamadım. Bu konuşmalardan sonra Şahı Hazne, Gavs'tan "îstihare" yapmasını ister. Bu söze çok üzülüp renkten renge giren ve mahzun olan Gavs der: - Yoksa beni rahmet kapısına kabul etmeyecek mi? Ben nereye gideyim, imanım tehlikede, ben imanımı nasıl kurtaracağım? Emir gereği istihare yapan Gavs, o gece gördüğü rüyayı halife Molla İbrahim'e anlatır. Rüyası şöyledir: Çok kalabalık bir cemaat vardı. 0 cemaatta Hazret, Şah-ı Hazne ve Şahı Hazne'nin halifesi Molla Mehmed de vardı. Namaz vakti olduğu zaman, Molla Ahmed kamet etti, Şahı Hazne de İmam oldu, bize namaz kıldırdı.Bu rüyadan Şahı Hazne'ye intisaba izin çıktığını bildiren Molla Mehmed der : Seyyid Abdülhakim, müjdeler olsun, işin tamam. Rüyasını Şahı Hazne'ye anlattığı zaman, mübarek der: "İnşaallah Hazret'in izni vardır. Gel sana tarikat vereyim." Bu hale çok sevinen Gavs böylece Şahı Hazne'ye intisap eder. menzil net | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Cuma Mayıs 07, 2010 12:24 pm | |
| Gavsül, Azam (K.S.) (Hicri 1322) Zilhicce ayının onuna rastlayan Perşembe günü öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet Köyünde dünyayı şereflendirmiştir.[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Baba dedeleri Bilvanisli olduğu için Gavsi Bilvanisi diye anılır. Gavs (K.S.) Siyanus Köyünde iken babası Seyyid Muhammed (K.S.) vefat etmiştir, terbiye ve yetişme işini dedesi Seyyid Maruf (K.S.) üzerine almıştır. Pırıl pırıl bir yüzü, ruhani bir siması ve çok değişik bir hali vardı. Abdurrahmani Tahi (K.S.)'nin halifesi Abdulkahhar Zoheydi (K.S.) bir gün Arınç Köyüne gelmiştir, çok küçük yaşta bulunan Seyyid Abdulhakim'i gördüğü zaman şöyle der:-"Allah bağışlasın bu çocuk kimindir?" Bu ileride büyük bir zat olur. Ancak, bir kusurunu görmüyorum çok halimdir. Muhammed Diyaeddin (K.S.) de bunun gelecekte büyük bir zat olacağını söylemiştir. Şöyleki; yirmi altı sene ilim tahsili ile uğraşmış, İslami ilimlerde devrin en büyük üstadlarından ders almış olup, en son ve en fazla tahsil hayatı Suriye'deki hocası Ahmed-ül Haznevi (K.S.) tarafından tamamlatılmıştır. Hayatında iki defa evlenmiştir. İki evliliğinden 7 oğlu, 6 kız evladı olmuş sadece bir oğlu kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Hayatının her anı meşakkat ve irşat vazifesi ile geçmiştir. Son zamanlarda büyük bir hastalığa müptela oldukları için ameliyat olması gerekiyordu ve ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392), (Miladi 1972) Haziran ayının ilk günü olan Perşembe günü saat beş civarında ahirete irtihal etmiştir.Gavs (K.S.) gerek hastalığının ilk anlarında, gerekse ağırlaştığı zamanlarda dahi farz ve gece namazlarını ayakta eda ettiler.Allah (C.C.) ondan razı olsun, Rahmet ve bereketi üzerine olsun, himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin.Şeyh Abd'ül Kahhar'ın (K.S.) torunu Şeyh Fudayl (K.S.) anlattı: Bir seferinde Şeyh Abd'ül-Hakim (K.S.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.)'ın türbesini ziyaret ettik. Orada mürakebeye varıp, bir süre kaldı. Beraberindeki gelen yol arkadaşı ikide bir:— Kurban geç oldu, gidelim, deyip duruyor. Gavs Hazretleri (K.S.) ise mürakebeye devam ediyordu. Yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç defa tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı hürmetsizlik olduğu ve Şeyh'in de ona ihtarda bulunabileceği fikri geçti. Bu fikirden kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü bu düşünceden kendimi kurtaramadım. Bu sırada Gavs Hazretleri (K.S.) murakabeden başını kaldırarak bana dedi ki:— Fuday! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.) bizim hakkımızda çok halimdir, diye buyurdu. Bundan Gavs Hazretlerinin (K.S.) kalbime vakıf olduğunu anladım.On beş sene kadar Şeyhimin yanında kaldım. Hiç bir kötü halimin iyiye doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkar etmemek şartıyla Gavs Hazretlerinin (K.S.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan bir zaman geçtikten sonra, İl'de eski mürşidimle karşılaştım. Kendisini ziyaret ettim. Bana:— Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün ki? Diye sordu:— Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi kâr da görmedim, dedim. Bu kez bana:— Nasıl yani? Dedi.— Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan birkaç koyun veya keçiyi çalardım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim halde kendimi hiç bir kötü halden men edemedim. Gavs (K.S.) Hazretlerinin yanına gittiğim günden beri şükürler olsun, bütün kötü fiilleri terk ettim. Hatta eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip helallaşıyorum, dedim.Gavs (K.S.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (K.S.) ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri hemen açıldı, görmeye başladı. Sonra evine gitti. Evde "Sen nasıl görebilirsin?" diye sorduklarında, adam, "Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de sizin gibiyim" dedi. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (K.S.) Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.Gavs (K.S.)'ya intisab ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs (K.S.)'a durumu izah etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.Yatsı namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen sohbete başladı. Gavs-ı Hizani (K.S.) Seyyid Taha (K.S.)'ya intisab ettiği zaman, yörenin bazı ileri Gelenleri ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (K.S.) ise bu hale dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha (K.S.)'ya anlattı. O da buyurun: "Sabret iyi olur. İnşallah sen yerinde kal." Bir zaman sonra Gavs-ı Hizani (K.S.)'ye kızanlar, gelip Seyyid Taha (K.S.)'ya mürid oldular..Gavs (K.S.)'ın bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:— Durumu izah edeyim mi? Arkadaşım: — Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.Ben dayanamadım. Gavs (K.S.)'a durumu anlattım. "Kurban artık dayanamıyorum..." dedim. Mübarek gülümseyerek "İyi olur inşallah" dedi.Bir gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı. Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Sonra içime Gavs (K.S.) Hazretlerine teveccühen "Sen bilirsin artık" diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu taşıyan bir kamyon geldi. Buralarda böyle bir kamyon geçmesi imkansızdı. İşçilerin çabası ile arabayı dereden çıkarttık.Yine başka bir seferinde, Gavsımızı (K.S.) ziyarete giderken, Silvan ile Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz kaldım. Arabayı Gavs (K.S.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye gidip Pazar gününe kadar orada kaldım. Niyetim, Pazartesi günü çarşı açılınca Silvan'a gitmek ve bir tamirci bulmaktı. Pazartesi günü köyden ayrıldım. Yolda bir kamyona rastladım ve kamyona bindim. Şoför şunları söyledi:— Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba gördüm. Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu. Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.Gavs (K.S.)'yi ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi. Dedim.— Hocam! Haydi, gel beraber Gavs (K.S.)'a gidelim. Hoca dedi:— Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim. Kendisine dedim:— Hocam Gavs (K.S.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır.Hoca ile beraber ziyarete gittik. Gavs (K.S.) Hazretlerini ziyaret ettikten sonra, bana dedi:— Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın, ben de birazdan geleceğim, dedi.Ben de emir edileni yaptım.Kahvaltı olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Hoca sordu:— Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?— Hayır efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Siz geldiğiniz için bal ikram edildi. O an hoca efendi dedi:— Bu şeyh hakiki mürşittir. Çünki, ben kendime âdet edinmiştim. Her sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, bir Gavs ise benim balımı bana ikram eder. Düşündüğümü ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük bir velidir, büyük bir zattır.Biraz sonra Gavs Hazretleri (K.S.) divana gelip hoca ile beraber sohbete başladılar. Gavs (K.S.) sordu:—Hocam Allah (C.C.) neden dut ağacını büyük meyvesini küçük yaratmıştır?Hoca: -Allah (C.C.)'ın kudretindendir efendim. Gavs (K.S.) Hz.leri:- Ben de biliyorum. Allah (C.C.) kadirdir, kudret sahibidir. Neden dut ağacı büyük olsun meyvesi küçük olsun?Hoca: -Allah (C.C.) kadirdir öyle yaratmıştır.Gavs (K.S.): -Peki Allah (C.C.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve mi verir? Hoca: - Hayır efendim, büyük meyve verir.Gavs (K.S.) -Peki hoca hani Allah (C.C.) ile kul arasında kimse giremezdi, bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (C.C.) her şeye kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli kıldı? Hoca, Gavs'ın (K.S.) eline sarıldı: -Efendim beni affedin, ben yıllardır, Allah (C.C.) ile kul arasına kimse giremez. Kur'an sünnet ve müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var derdim. Aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intısap edeceğim dedi. Nitekim Hoca intisab etti.
Hasılı;
Son devirde Suriye'de yetişen evliyadan Şeyh Ahmed-el Haznevi Hz. 'lerinin halifelerinden olup, İsmi Abdulhakim'dir. Kendisi Seyyiddir, Hz. Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseyni nisbesiyle meşhur olmuştur. Gavs-ı Bilvanisi lakabıyla da bilinir. 1902 (H. 1320) senesinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H. 1392) senesinde Ankara'da vefat etti. Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı Menzil köyünde defnedildi.
Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imamlık yapmak ve medresede talebe okutmak için davet edildiği komşu Siyanis köyüne taşındılar. Babası vazifesinin altıncı ayında vefat edince, onu dedesi yanına aldı. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Diyauddin Nurşini (k.s.) Hz 'lerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdulhakim-il Hüseyni ondört yaşına kadar bu zattan ilim öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşin'e taşınınca tahsiline başka medreselerde devam etti. Aynı zamanda hocasıyla manevi bağını devam ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icazet almadan medrese ve tekkeler kapatılınca Siyanis'e döndü. Komşu Taruni köyüne imamlık yapıp, talebe okutmak üzere davet edildi. Burada pek çok talebe yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Diyauddin Nurşini Hz. vefat etti. Abdulhakim Efendi (k.s.) hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyasında hocası ona çok sevdiği halifesi Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye (k.s.) bağlanmasını bildirdi. Rüyasında Muhammed Diyauddin Nurşini (k.s.), Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye (k.s.) hitaben:
''Şeyh Ahmed! Bu seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın! '' diye emanet etti. Bu işaret üzerine Abdülhakim-il Hüseyni (k.s.), Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'ye giderek talebe oldu. Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.) daha ilk günden itibaren ona ''Molla Abdulhakim'' diye hitap ederek onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterdi. Abdulhakim Hüseyni Hz., Ahmed-el Haznevi Hz.'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmi ve tasavvuftaki derecesini artırdı. Hocasından, 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmak için icazet aldı. Memleketine dönerek köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslam dininin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfanını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allah-u Teala'nın rızasını kazanmalarına vesile olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netice alamadı. Ancak hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'nin vefatından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifade etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bazı şeyhlerin gıbtasına, bazılarının da kıskanmasına sebep oldu. Çünkü onlara bağlı bazı kimseler de gelip Abdulhakim Efendi (k.s.)'nin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden birisi ona gönderdiği mektupta; ''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin'' diyordu.
Bu mektubu okuyan Abdulhakim-il Hüseyni Hz. tebessüm ederek;
''Biz cedd-i pakimizin (peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. Biz inşallah miras gerçek varislerinin eline geçer diye dua ediyoruz'' buyurdu. O hep aynı yerde kalmayıp, ikametgâhını devamlı değiştirirdi. Taruni ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti. Bir sohbet esnasında dinleyenlerden birisi; ''Bir kimse Kur'an-ı Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor, selefi salihinin, ilk devir islam âlimlerinin kitaplarını okuyorsa manevi bir yol göstericiye ne gerek vardır? '' diye sordu.
Cevabında buyurdu ki;
Dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczacı o ilacı verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse eczacı cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder. Bununla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktor da kendi filmini çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz. Hâlbuki insan ahiret yolunda evvela avamdır yani halktandır. Nasıl kendini tedavi edebilir. Kalp hastalıklarının tedavisi maddi hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini tahsil edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir. Pek çok günahkâr ve fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler azdır.''
| |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Cuma Mayıs 07, 2010 12:24 pm | |
| Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bu-lunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil» Demek ki, bu ış zahirî değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. An-cak ve ancak sâdâtın manevî tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A.) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Bir şeyhe sormuşlar: (İşiniz nedir, sanatınız redir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?) di-ye. Demiş ki: (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş: «Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız. Gavs-i Hizanî Hazretleri'nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Hal-buki Gavs (K.S.) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevî tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah'tan bahis eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Soh-bet biter. Babası Gavs-i Hizanî Haydi, kalkın Kamet getirin der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs'ın oğlu hayrette kalır: «İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (hay-di, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.» Bir tarihte Bitlis'te Gavs'a itirazda bulunmuşlar: «Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, «Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına: Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami'e gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh Abdülhalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alameti değil de ya nedir? Biz âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmî yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?» diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu. İşte böyle... Eğer zahiri tasarrufla olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, Alimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah'ı anarak sohbet ederken birçok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarrufladır. İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlakının değiştiğini, hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün. bunlar da ancak manevi tasarrufla olur. Seyda Abdurrahman Tâğî Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; «hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidip de baksam» diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizanî (K.S.) bir mollasını çağırıyor, «Evlâdım, diyor, var, Norşin'e doğru git, orada Abdurrahman'ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimi söyle, misafirlerim . çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.» Molla derhal kalkıp Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri'nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Haz-ret'i bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: «Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.» Abdurrahman-ı Tâğî hz, «Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal, sabah olsun, beraberce gideriz.» diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor. Sabah yola beraber çıkıyorlar Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâğî Haz-retleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden «Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz» ibaresini duşünerek köye yaklaşmaktadır. Mevsim bahar, gökte en utak bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hz. ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada Hiç bulut yoktu az evvel. Sığınacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri'nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizanî Hazretleri'ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiç yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzak-laşıyor. Gavs-i Hizanî'ye, «Kurban, Molla Abdurrahman gitti» denilince, «Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir.» buyuruyor.» Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle... Eğer manevî tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkan bulunur muydu? Hazret-i Norşinî (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara. hastalanmış, bir müddet için cami'e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve bekle-mişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifat etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, «Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz.» diye mollaları gönderiyor. Huzurdan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar: Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevî tasar-ruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar 1af u güzaf peşindedirler. Ben zannediyordum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah'tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ diyerek ağlıyor. Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar. Onlar sohbet peşinde değiller. Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lafla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç - dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen neşelen-dirir, bazen hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati'ne alıştırıncaya kadar sohbet de-vam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nak-şibendî'de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevî tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevî tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Hal-buki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitleleri irşad etmeleri irşadın zâhirî olan sohbetle değil, batınî olan manevî tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevî tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır. İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevî olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın. Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevî tasarruf olmadan düzeltmek çok zordur, Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V.) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşibendîye tasarrufu bulunmasa idi, bu zamanda Allah'ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece: Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman ol- muş, kuvveî manevîye olmasa, Nakşibendî silsilesi ve onların himme-ti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmak mümkün olmaz. İnsan, o güç ve tâkâti kendinde bulamaz. Peygamberler (A.S.) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevî kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı. Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşibendî Tarikatı Pâkistan'da, Hin-distan da, Yemen de bile olsa hi durmadan oralara kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olup, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfâatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler. Şeyh Ahmed-i Haznevî (K.S.A.) buyuruyor diyor ki; «Hazret'i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çe-virdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu: «Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah'tan uzaktır.» Ve hay-vanını sürerek yoluna devam .etti. İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı onun nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır. Nakşibendî yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar. Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed-i Haznevî) buyuruyor: .«Norşin'e gitmiştim. On beş - yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Hazret'i ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret'i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa ben de ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp: «Haydi bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek» buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret'in niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Yine Şah-ı Hazne anlatıyor: (Bir gün Hazret bana sordu: «Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?» Dedim: «Sofilerle beraber yiyorum. Kurban.» Tekrâr sordu: «Peki, nerede yatıyorsun?» «Aşağı divanda yatıyorum kurban» dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana: «Çok iyi yapıyorsun. , Aşağı divan çok hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir: 5eyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyî gibi zatlar hep ora-da kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seydanın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir yerdir orası.» dedi.) İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder. Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor: (Bir seferinde Hazret'in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi: «Buyur, Kurban» dedim, « Haydi bana ço ço de bakayım» dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu Sefer Seyda-i Mezzin'e dönüp, Molla, hâlâ Molla Ramazan'da nefs var, henüz nefsini yenememiş. dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirme-diğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım; diye söz verdim. Ondan son-ra emrini gözetlemeğe başladım. Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü: «Molla Ramazan, bana biraz su getir.» dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldü ki... Dedi, «Şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor.» O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu. İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir. Bir seferinde Kadiri şeyhlerinden Molla Abdurrahman'ın bir sofîsi Seyda'yı ziyarete gelmişti. Seyda sofîye; «Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi'nin sohbetinden söyle.» dedi. Sofî ise: «Vallahi Kur- ban, hiç aklımda sohbeti yok.» deyince, Seyda hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?» diye sordu. Sofî biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhim derdi ki «Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.» Bu söz Seyda'nın çok hoşuna gitti, çok keyfi geldi. «Vallahi, çok duğru bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.» Seyda:: «Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir.» buyurdu ve kâhyasına dönüp, «Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofîye ver.» Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. «Kurban beş mecidiye var» dedi. Seyda, hepsini sofiye verme-sini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, «Hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs'ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim.» buyurdu. Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah'ına o zaman kavuşur. İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun ilâhlık davasında bulunan ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah'lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabiî, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkılap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede pa-dişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâket-ler açtı. İnsan biraz düşünsün ki Allah'ın azameti ve büyüklüğü karşı-sında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. YaradıIışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı? İşte böyle... İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azamet-i Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez. Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah'ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah'a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini gö-rür ve bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âlî eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır. İnsan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir. Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefs-ten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsanî yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah'ın emirlerine göre hareket etmeye başlar. Mesela, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabiî ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda'ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir. Allah dostları, Allah ehilleri daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur. Meselâ, Şah-ı Hazne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofîlerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onu garip bir sofî olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş. Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış. Hazret'in Şevhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağına biner, köylere irşada giderken Hazret'i çağırarak kendisini çekmesini istermiş. Bu duruma Seyda'nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, şeyhinin oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah: Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsi-niz.» buyuruyor. Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabiî ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevî değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâb ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah'a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret'in birkaç senelik hizmetinden sonra Şeyh Fethullah, Hazret'i çağırıp, «artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla» diyerek irşad makamına oturtuyor. İşte böyle... Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz. | |
| | | | Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|