WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Uyeoll10
Sitemizi Firefox İnternet Tarayıcısıyla Daha İyi Görebilirsiniz.
Mozilla Firefox 3.6 Download
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olun Yada Giriş Yapın.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Uyeoll10
Sitemizi Firefox İnternet Tarayıcısıyla Daha İyi Görebilirsiniz.
Mozilla Firefox 3.6 Download
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olun Yada Giriş Yapın.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.

Türkiye'nin Paylaşımcı Forumu
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap


 

 Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Saldir10
Reklam : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ 2usehia

Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Empty
MesajKonu: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ   Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:23 pm

Son devirde Sûriye'de yetişen evliyâdan Şeyh
Ahmed Haznevî'nin halîfelerinden. İsmi, Abdülhakîm'dir. Seyyiddir.
Hazret-i Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseynî nisbesiyle meşhûr
olmuştur. Gavs-ı Bilvânîsi lakabıyla da bilinir. 1902 (H.1320) senesinde
Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.1392)
senesinde Ankara'da vefât etti. Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı Menzil
köyünde defn edildi.

Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imâmlık yapmak ve medresede
talebe okutmak için dâvet edildiği komşu Siyânis köyüne taşındılar.
Babası vazîfesinin altıncı ayında vefât edince onu dedesi yanına aldı.
Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî
hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu sırada sekiz
yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim
öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşîn'e taşınınca tahsiline başka
medreselerde devâm etti. Aynı zamanda hocası ile mânevî bağını devâm
ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icâzet almadan medrese ve tekkeler
kapatılınca Siyânis'e döndü. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe
okutmak üzere dâvet edildi. Burada pekçok talebe yetiştirdi. Bu sırada
hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî vefât etti. Abdülhakîm Efendi hem
ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî'nin talebelerinden Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak
rüyâsında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî'ye
bağlanmasını bildirdi. Rüyâsında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed
Haznevî'ye hitâben; "Şeyh Ahmed! Bu Seyyid Abdülhakîm'in babasının
bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın!" diye
emânet etti. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyâüddîn
Nurşînî'nin talebelerinden Suriye'nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed
Haznevî'ye giderek talebe oldu. Hazne'ye Ahmed Haznevî'nin
talebelerinden Seyyid Ahmed'le birlikte gitti. Şeyh Ahmed Haznevî
misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl etti.

Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibâren "Molla Abdülhakîm" diye
hitâb ederek, onun ilim ve irfânını takdir ettiğini gösterdi.

Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî'nin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra
tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini
ve tasavvuftaki derecesini arttırdı. Hocasından 34 yaşındayken
medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de insanlara
İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa
kavuşmalarına vesîle olmak için icâzet aldı. Memleketine dönerek
köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslâm dîninin emir ve
yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfânını talebe
yetiştirmeye ve müslümanların Allah(c.c.)ü teâlânın rızâsını
kazanmalarına vesîle olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netîce
alamadı. Ancak hocası Ahmed Haznevî'nin vefâtından sonra onun
sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim
ve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar
kasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarına
sebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip Abdülhakîm
Efendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği
mektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan iki
çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa
onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları
iâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm
ederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti
gâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdâr
toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Bu
ilme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâAllah(c.c.) mîrâs gerçek
vârislerinin eline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu. Hep aynı yerde
kalmayıp, ikâmetgâhını devamlı değiştirdi. Tarunî ve Bilvanis
köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nâhiyesine, oradan da Siirt'in
Kozluk kazasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti.

Abdülhakîm Hüseynî gittiği yerlerde hem talebe okutup ilim öğretti hem
de sohbetleriyle insanlara dünyâda ve âhirette mutlu olmanın yollarını
gösterdi. Talebelerinden birisinin; "Canım Gavs'a kurbân olsun! Bize
öyle bir nasîhatte bulununuz ki dünyâ ve âhirette bizim kurtuluşumuza
vesîle olsun." dedi. Abdülhakîm Hüseynî Efendi; "Kurtuluş için hürriyet
ve iffete dikkat edin." buyurdu. Talebesi; "Efendim hürriyet ve iffet
nedir?" deyince; "Hürriyet Allah(c.c.)ü teâlâdan başka hiç bir sebebe
bağlanmamaktır. Umum işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratana
dayanmak kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise, kendi nefsi ve
başkasının hesâbına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız
Allah(c.c.) hesabına göre olmaktır." buyurdu. Talebesi; "İhlâsdan çok
bahs edilir. İhlâs nedir?" diye sorunca da; "İhlâs; illet ve gâye
olmaksızın yalnız Allah(c.c.) için günâhı terk ve emirleri yapmaktır.
Yâni vargücünü Allah(c.c.)ü teâlânın emrine sarf etmektir. Bu hâlde
sebat etmenin zâhirine takvâ, özüne ihlâs ismi verilmiştir. Meselâ kimin
düşüncesi mîdesi olursa, kıymeti ondan çıkan kadardır. Binâenaleyh
himmetini şöhrete, şehvete harcayanın hâli mâlûm olur." dedi.

Bir müddet Siirt'in Kozluk kazâsına bağlı Gadiri köyünde kaldıktan sonra
Şehri'ye gelen Abdülhakîm Hüseynî insanlara tatlı sohbetlerde ve
nasîhatta bulundu. Dinleyenlerden birinin; "Açık ve gizli darbelere
nasıl dikkat ederiz, onlardan nasıl kurtuluruz?" sorusuna şöyle cevap
verdi:

Darbelerden kurtulmak için açık ve gizli edeplere uymak, Allah(c.c.)ü
teâlânın emirlerini yerine getirmek, hasbel beşer, insanlık îcâbı bir
günâh işlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı
kirâm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diğer İslâm âlimlerinin eserlerini
okumak, öğrendiğimiz İslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve
İslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz.
Bunlar zâhirî edeptir. Bâtınî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda
çok zordur. Kalbi mâsivâdan yâni Allah(c.c.)ü teâlâdan başkasını
düşünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî hazretleri;
"Seni dostundan geri bırakan ne ise kalpten onu terk et." buyurdu.

Bir sohbeti esnâsında da dinleyenlerden birisi; "Bir kimse Kur'ân-ı
kerîmi, hadîs-i şerîfleri, fıkıh ilmini biliyor, Selef-i sâlihînin, ilk
devir İslâm âlimlerinin kitaplarını okursa, mânevî bir yol göstericiye
ne gerek vardır?" diye sordu. Cevâbında buyurdu ki:

"Dediğin doğrudur fakat bir eczâcı türlü türlü otları ve çiçekleri
bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa
faydalı olacağını da bilir. Hattâ çoğu zaman doktorlara da onu gösterir,
onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun
ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczâcı bir hastanın hastalığını teşhis
etmekten âcizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse,
hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczâcı o
ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse, eczâcı
cezâlandırılır. Elbette böyle satış yapan cezâyı hak eder. Bununla
berâber hastalıkları tedâvî ve teşhis eden doktor da kendi filmini
çekmekten âcizdir. Belki filmini çekebilir ama iki omuzu arasında bir
çıban varsa onu tedâvî etmekten âcizdir. Âlimleri de buna kıyas ediniz.
Halbuki insan âhiret yolunda evvelâ avâmdır yâni halktandır. Nasıl
kendini tedâvî edebilir. Kalb hastalıklarının tedâvîsi maddî tedâvîden
daha zordur. Acaba nazarî olarak tıb ilmini tahsil edene, senin oğlun
dâhi olsa beyin ve kalb ameliyâtında sen kendini teslim edebilir misin?
Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini
tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vâizler,
nasîhatlarıyla az kimseleri yola getirirler fakat mânevî rehber olan
hocalar öyle değildir. Peçok günahkâr ve fâsık onların sohbetleri
sebebiyle günahlarından vaz geçmişlerdir. Bu hâl apaçık meydandadır.
Diyebiliriz ki zamânımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin
isyânı fazla olmuştur. Bugün vâz ve nasîhat eden kimseler çoktur ama
hakîkî saâdet yolunu gösteren rehberler azdır."

Abdülhakîm Hüseynî bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle
buyurdu:

Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya
azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu
hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde
günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek
ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allah(c.c.)ü teâlâya yönelip
kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini
vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân
Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı
sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi
sahîh değildir." buyurdu. Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve
hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek
için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye
kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir. Altıncısı;
günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi; günahlardan vaz geçtiği
için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümid etmektir.
Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip affını taleb
etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allah(c.c.)ü teâlânın takdîri ve
adâleti ile olmuş bilmek ve Allah(c.c.)ü teâlânın tövbeyi nasîb
ettiğine inanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.

Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye
kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin
tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allah(c.c.)ü teâlâ kulun tövbesini
cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir. Nihâyet can
boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl
değildir."

Abdülhakîm Hüseynî Menzil'de bulunduğu sırada hastalanmadan önce şimdiki
türbesinin yerini etrafına taşlar dizerek işâretledi. Vefât ettiği
zaman buraya defn edilmesini vasiyet etti. Ömrü boyunca insanların
îmânlarını kurtarabilmeleri için gayret etti. Bir sohbetinde; "Evliyâ
yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îmân kurtarma mektepleri
hâline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh
ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları îmânlarının
kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî)
Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat
meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad
îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır."
buyurdu.

Ömrünün son zamanlarında sohbetine gelen insanlara buyurdu ki:
İnsanın kalbi dâimâ Allah(c.c.)ü teâlâya bağlı olmalı, Allah(c.c.)
insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalı. İnsanın kalbi hem mahzûn
olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalı. Kişi ne kadar mahzûn,
ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa Allah(c.c.)ü teâlânın
yanında o kadar makbûl ve yüksektir. Zâlim olan, zulm eden, zevk ve safâ
peşinde koşan kişinin, elbette Allah(c.c.)ü teâlâdan haberi olmaz.

İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-âlemîn hep fakirlerledir. Fakirleri
sever. Fakirlikten maksat nefs ve benlikten uzak olmaktır. Dünyâ
malından dolayı fakirlik değildir. İnsanın nefs ve benliğini yenmesi
lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisseden kimseyi Allah(c.c.)ü
teâlâ sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi nefsini, kendini büyük
görmesi değil miydi?.. İnsanın ayağı nefsin göğsünde bulunmalıdır ki,
başkaldırmaya gücü yetmesin. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun,
Şeddat, Kârûn gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü
büyüklük taslayan nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş
bir dâvâ güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allah(c.c.)ü teâlâdan uzak
olduklarını bildikleri hâlde nefislerinin Allahlık dâvâsına boyun
eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüş ve kendilerine hâkim olmuştu.

İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını
görmesi lâzımdır. İnsan bir şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini,
ibâdetini değil, hep günahlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan
amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren
nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârûn gibi ilâhlık dâvâsında bulunan ve
helâke gidenler hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar.
Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık dâvâsına kalkıştılar. Çünkü
nefis kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. İşte onlar
da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin ilâhlık iddiâsına
uymuşlardır. Onlar kendilerinin ilâh olmadığını bilmiyorlar mıydı?
Biliyorlardı fakat büyüyen ve büyük iddiâlara kalkışan nefislerine
kendileri de uydular.

İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle
bulunmanın menfaati ebediyete kadar devâm eder. İşte Eshâb-ı Kehf'in
köpeği, köpek olması münâsebetiyle haram ve necisdir. Islâkken dokunduğu
yerin temizlenmesi için yedi defâ yıkamak gerekir (Şâfiî mezhebine
göre). Fakat iyilerle kaldığı için, Allah(c.c.)ü teâlâ onu berâber
kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necis olduğu hâlde
cennetlik oldu ve Cennet'te iyilerle berâber bulunacaktır. Halbuki Nûh
aleyhisselâmın oğlu Ülü'l-azm bir peygamberin oğlu olduğu hâlde,
kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla berâber bulunduğu için îmânını
kaybetti. Allah(c.c.)ü teâlâ onu kâfirler topluluğundan yazdı. Peygamber
oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste
küfür üzerine îmânsız gitti. Öte yandan necis olan bir köpek ise
cennetlik oldu. Çünkü iyilerle berâberdi, onlardan ayrılmadı. Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "İnsan her kimi
seviyorsa kıyâmette de onunla berâber haşrolacak, kiminle arkadaşsa
haşirde de onunla arkadaş olacaktır."

Ömrünün sonunda bir yıl kadar kaldığı Adıyaman'ın Kahta ilçesine bağlı
Menzil köyünde hastalanan Abdülhakîm Hüseynî Efendi tedâvî için
Diyarbakır'a götürüldü. Oradan da Ankara'ya nakledildi. Burada iken bâzı
siyâset adamları ve parlamenterler kendisini ziyâret ederek duâsını
istediler. Onlara hitâben; "Hâlis niyetle dîn-i mübîne, İslâm dînine her
kim hizmet etmek isterse Allah(c.c.)ü teâlâ onu muvaffak kılsın..."
diye duâ etti.

Allah(c.c.) Rahmet etsin.(Amin)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Saldir10
Reklam : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ 2usehia

Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Empty
MesajKonu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ   Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:23 pm

Gavs hazretleri... Büyük Mürşit... Seyyid Muhammed'in oğludur.



Seyyid Muhammed, Hazret'in halifelerindendi. Ancak üstatlarına:
"Efendim, siz hayatta iken ben halifelik yapmam, bu yüzden beni ma'zur
görün. Saadetli ömrünüz boyunca, bu fakiri dizinizin dibinden ayırmayın,
gizleyin. Şayet benim ömrüm sizden sonra devam edecekse bu durumu
birine bildirip, halifeliğimi vasiyet edersiniz." diyecek kadar mahviyet
sahibi... Ne garip ki, bu zat mürşidinden evvel vefat edecek ve
mürşidi de onun hakkında şu yücelik ifadesini kullanacaktır :

"Allah (CC)'a yemin ederim ki, şu memlekette Seyyid Muhammed gibisini
görmedim. Sizler sakın onu zamanındaki diğer alimlerle karıştırmayın.
Siz hiç kendisine halifelik verilipte bunun saklanmasını isteyen birini
gördünüz mü? kendisi halifemiz olduğu halde yaşadığımız sürece bunun
gizlenmesini istedi."



Seyyid Muhammed'in (K.S) H. 1322 tarihinin 10'una rastlayan perşembe
günü öğle ile ikindi arasında Baykan ilçesinin Kermet köyünde bir oğlu
dünyaya gelir.Seyyid Muhammed, bu durumu şöyle ifadelendirir: "Allah
(CC)'ın lütfu ile bugün bir erkek çocuğum dünyaya geldi. Adını
Abdülhakim koyup, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudum. Fıkıh
alimi olması arzusuyla göbeğini "Basuri" adlı fıkıh kitabı üzerinde
kestim."



Seyyid Muhammed'in Celaleddin adında bir oğlu daha olup bu çocuk beş
yaşında vefat etmiştir. Hafize ve Esma adında iki de kızı vardır.



Şeyh Abdurrahmani Tahi'nin halifesi Şeyh Abdulkahhar (K.S) bir gün Arınç
köyüne gelir. Çok küçük yaşta olan Şeyh Abdulhakim'i görünce, şöyle
der: "Allah (CC) bağışlasın bu çocuk kimindir, bu ilerde büyük bir zat
olacak. Ancak bir kusurunu görüyorum, çok halimdir."



Ayrıca Hazret de (K.S) Norşin'den Siyanüs'e gelince Seyyid Abdülhakim
onu iki defa ziyaret edip, üçüncü kez ziyaretine gittiği zaman, "Bu
kimin oğludur" dedi. Cemaat, "Seyyid Ma'rufun torunudur" Hazret (K.S)
dua edip şöyle der: "Bu çocuk gelecekte büyük bir zat olacaktır.



Gavs'ın diğer sadat gibi tahsil hayatı çeşitli yerlerde geçmiştir.



Babasından Kur'anı öğrendikten sonra, Siyanüs köyündeki Hazretin
medresesinde üç yıl, ardından Norşin'e giderek orada yedi yıl,
Norşin'den Şeyh Fethullahi Verkanisi'nin köyüne gidip iki yıl, oradan da
Arbo köyüne giderek üç yıl ve nîhayet Suriye'ye yönelip Hazne köyünde
hem zahiri, hem batıni ilmine devam edip orada tamamlarlar.



Bilfiil yirmi altı yıl ilm tahsili ile uğraşırlar. İlim tahsil ettiği
üstatları şunlardır:



1-Molla Muhammed Emin (Melle Mezin) Büyük Molla

2- Şeyh Muhammed Arbovi

3- Molla Zahir

4- Muhammed Selimi Hezani

5- Ahmed El Haznevi.



İki defa evlendiler. Birincisi kendilerinden on beş yaş büyük bir
akrabasından dul bir hanımefendi Seyyide Fatıma. Bu evlilikten, Seyyid
Muhammed, Seyyid Muhammed Raşid, Seyyid Zeynel Abidin (Bu zat küçük
yaşta vefat etmiştir.) isminde üç oğulları, Halime ve Hatice isminde iki
de kız çocukları olmuştur.



İlk zevcesinin teşvikiyle ikinci defa yine akrabasından olan Seyyide
Sıdıka ile evlenmişlerdir. Bu izdivaçtan da, Seyyid Abdulbaki, Seyyid
Ahmed, Seyyid Abdulalim, Seyyid Muhyiddin, Seyyid Enver adlı oğulları ve
dört kızı olmuştur.



Zahiri ilimlerde büyük bir alim olan Gavs hazretleri ahlaken çok halim
idi.



Onu görenler halinden etkilenip hidayete ererdi. Gavs, çoğu zaman şöyle
derdi: "Üstat Abdulkahhari Zoheydi, hakkımda şöyle demiş: "Bu zat
iyidir, ancak bir kusuru vardır. 0 da çok halim olmasıdır. Elhamdülillah
bu kusur ne büyük bir kusurdur."



Doğru ve faydalı sözleri tamamen dinler gerekirse cevap verirdi. Yoksul
kişilerle oturup sohbet eder, onların arzu ve isteklerini karşılayıp
gönüllerini hoş tutardı.



Küçük çocukları çok sever ve derdi: "Çocuklara yedi yaşından itibaren
namaz kılmayı öğretiniz, on, on beş yaşları arası kılmazlarsa icap
ederse dövünüz. Siz bu çabayı gösterin, onlar sonunda bırakırsa
ebeveynleri mesul olmaz. Gençlikte yapılan ibadet çok makbuldür. Bir
insan gençliğinde Allah'a kulluk etmezse, ihtiyarladığı zaman ne dünyaya
ne ahrete yarar.



Bir gün mübareğe dediler: "Efendim bazı kişiler sizin münkirliğinizi
yapıyorlar, siz ne dersiniz." Cevaben buyurdular : "İmamı Şafii (R.A)
buyuruyor: Huzuru İlahide Rabbi Teala bana şefaat hakkı tanırsa önce
münkirlerime şefaat edeceğim. Çünkü onlar bizim terakki etmemize sebep
oluyor. Elbet bizim iyiliğe iyilikle cevap vermemiz gerekir." Yine
Hasanı Basri (R.A) de kendi gıybetini yapanlara, iyiliğe iyilikle
muamele edilir deyip, bir tabak şeker hediye göndermiş " Allahü Teala'
nın İzniyle biz de öyle yaparız, onları severiz."



Ahlaken olduğu gibi takvada da tek...



Bir gün bazı sofilere Fatiha suresini talim ettiriyordum lisanları
değişik olduğundan bu kişiler "sıratellezîne" derken doğru telaffuz
edemiyordu. Bu yanlışlıkları düzeltmek için onlara ders vermeye
başladım. Bizim bu dersimize Bilvanis seyyidlerinden bir tanesi itiraz
edip dedi:



- Bunu bırakın, sadatlardan söz edin. Çünkü bir laf eksiğe veya
fazlalığa bakmazlar. Ben de:

- Eğer yapılan ibadetler şeriata aykırı olursa, Allah (C.C) katında
makbul değildir, dedim. Seyyid bana kızarak dedi:



- Şah ı Hazne'nin huzurunda bir alim, Şahı Hazne'nin haline kalben
itiraz etti. Bu durumun farkına varan Şahı Hazne o alime bir nazar etti.
Alim yere düştü, sonra sarığı boğazına dolaştı. Seyyidin bu
sohbetinden ben çok korktum. Çünkü mübarek Seyyiddir, kalbi
incinmiştir. Ben de bu işte zarar etmiyeyim diye durumu Gavs'a anlatmak
için mübareğin yanına vardım. Gavs hazretleri akşam rabıtası
yapıyordu. Rabıtayı bitirdikten sonra, dönüp bana dedi ki:



- Allah (C.C)'ın yolu nasılsa insan öyle anlatmalıdır. İtiraz edip buna
darılan, darılsın, hangi büyük kayayı isterse kafasını o taşa vursun.




Gavs hazretleri en çok Akaid ve ilmihal bilgilerini öğrenmeye teşvik
edip, derdi: "Akidesi zayıf olanın imanı da zayıftır. Zayıf olan iman
her zaman tehlikededir. Dinin ayakta kalması ilimledir." Şahı Hazne
diyor: "Dünyayı isteyen ilim okusun, Ahireti isteyen de ilim okusun."



Bunun için ilim çok önemlidir. Bakınız Rabbi Teala buyuruyor: "Allah'tan
gereği gibi ancak alimler korkar." însan hayatı dünyeviyesinin her
anını sünneti seniyyeye göre ayarlamalıdır.



Hazret dünyayı değiştirdikten sonra, Gavs yarım kalan ilmi şeriatını
tamamlayıp, seyri sulukunu yapmak için Şeyh Muhammed Selim-el Hizaniye
intisap etmek ister.



Bu işe karar vermeden önce istihare yapan Gavs, gördüğü rüyayı şöyle
anlattı:



- Rüyamda; Hazret, Şahı Hazne ve ben beraber bulunuyorduk. Hazret Şahı
Hazne'ye şöyle dedi:



- Şeyh Ahmed, Seyyid Abdülhakim'in babasının bizde çok emeği vardır.
Onun için sen ona gözün gibi bak. Bu rüyayı şahı Hazneye intisap için
işaret sayan Gavs, doğru Hazne yolunu tutar. Şahı Hazne'yi ziyaret edip
tarikat almak istediği zaman, Şahı Hazne der:



- Abdülhakim sen tarikat almadın mı?



- Gavs, evet kurban önceden almıştım. Şah-ı Hazne:



-Kimin tarikatını almıştın ? Gavs:



- Hazret (K.S)'ın tarikatını.



Bu cevabı tebessümle karşılayan Şah-ı Hazne der:



- Hepimiz Hazret'in tarikatındayız. Senin tarikat almana lüzum yoktur.
Tövbe verip, tarikat vermez. Bu hale şahit olan Şahı Hazne'nin halifesi
Molla İbrahim şöyle der: Seyyid Abdülhakim, niçin böyle yaptın, bir
menfaat görmezsin, bak bir kişi bir mülk alsa, onu istediği gibi
tasarruf edip kullanabilir ve fayda görür.



Kişi sahip olmadığı mülkün üzerinde tasarrufta bulunabilir mi? Elbette
ki bulunamaz. İşte mürşidi kamil de böyledir. Kendi tasarrufuna
alabilmesi İçin, kendi eliyle müride tarikat vermesi gerekir. Kendi
müridi olmayan bir kişi üzerinde hiç bir mürşit tasarrufta bulunamaz.



Bu sözlere çok üzülen Seyyid Abdülhakîm der: Biz bu işin böyle olduğunu
bilmiyorduk.



Bir gün tekrar Şahı Hazne'yi ziyaret eden Gavs, der:



- Kurban ben tarikat tazeleyeceğim, Şahı Hazne:



- Hepimiz Hazretin (K.S) tarikatındayız. Senin tarikat tazelemene lüzum
yoktur. Gavs :



- Efendim ben o zaman talebe idim, tarikatla fazla meşgul olamadım.



Bu konuşmalardan sonra Şahı Hazne, Gavs'tan "îstihare" yapmasını ister.
Bu söze çok üzülüp renkten renge giren ve mahzun olan Gavs der:



- Yoksa beni rahmet kapısına kabul etmeyecek mi? Ben nereye gideyim,
imanım tehlikede, ben imanımı nasıl kurtaracağım?



Emir gereği istihare yapan Gavs, o gece gördüğü rüyayı halife Molla
İbrahim'e anlatır. Rüyası şöyledir: Çok kalabalık bir cemaat vardı. 0
cemaatta Hazret, Şah-ı Hazne ve Şahı Hazne'nin halifesi Molla Mehmed de
vardı. Namaz vakti olduğu zaman, Molla Ahmed kamet etti, Şahı Hazne de
İmam oldu, bize namaz kıldırdı.Bu rüyadan Şahı Hazne'ye intisaba izin
çıktığını bildiren Molla Mehmed der : Seyyid Abdülhakim, müjdeler olsun,
işin tamam.



Rüyasını Şahı Hazne'ye anlattığı zaman, mübarek der:



"İnşaallah Hazret'in izni vardır. Gel sana tarikat vereyim."



Bu hale çok sevinen Gavs böylece Şahı Hazne'ye intisap eder.

menzil net
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Saldir10
Reklam : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ 2usehia

Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Empty
MesajKonu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ   Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:24 pm

Gavsül,
Azam (K.S.) (Hicri 1322) Zilhicce ayının onuna rastlayan Perşembe günü
öğle ile ikindi arasında Bitlis'e bağlı Baykan ilçesinin Kermet
Köyünde dünyayı şereflendirmiştir.

[Linkleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]

Baba dedeleri Bilvanisli olduğu için Gavsi Bilvanisi diye anılır. Gavs
(K.S.) Siyanus Köyünde iken babası Seyyid Muhammed (K.S.) vefat
etmiştir, terbiye ve yetişme işini dedesi Seyyid Maruf (K.S.) üzerine
almıştır. Pırıl pırıl bir yüzü, ruhani bir siması ve çok değişik bir
hali vardı. Abdurrahmani Tahi (K.S.)'nin halifesi Abdulkahhar Zoheydi
(K.S.) bir gün Arınç Köyüne gelmiştir, çok küçük yaşta bulunan Seyyid
Abdulhakim'i gördüğü zaman şöyle der:

-"Allah
bağışlasın bu çocuk kimindir?" Bu ileride büyük bir zat olur. Ancak,
bir kusurunu görmüyorum çok halimdir.

Muhammed
Diyaeddin (K.S.) de bunun gelecekte büyük bir zat olacağını
söylemiştir.
Şöyleki; yirmi altı sene ilim tahsili ile uğraşmış, İslami ilimlerde
devrin en büyük üstadlarından ders almış olup, en son ve en fazla
tahsil hayatı Suriye'deki hocası Ahmed-ül Haznevi (K.S.) tarafından
tamamlatılmıştır.

Hayatında
iki defa evlenmiştir. İki evliliğinden 7 oğlu, 6 kız evladı olmuş
sadece bir oğlu kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Hayatının her anı
meşakkat ve irşat vazifesi ile geçmiştir. Son zamanlarda büyük bir
hastalığa müptela oldukları için ameliyat olması gerekiyordu ve
ameliyattan üç gün sonra (Hicri 1392), (Miladi 1972) Haziran ayının ilk
günü olan Perşembe günü saat beş civarında ahirete irtihal etmiştir.

Gavs
(K.S.) gerek hastalığının ilk anlarında, gerekse ağırlaştığı
zamanlarda dahi farz ve gece namazlarını ayakta eda ettiler.

Allah
(C.C.) ondan razı olsun, Rahmet ve bereketi üzerine olsun,
himmetlerini üzerimizden eksik eylemesin.

Şeyh
Abd'ül Kahhar'ın (K.S.) torunu Şeyh Fudayl (K.S.) anlattı: Bir
seferinde Şeyh Abd'ül-Hakim (K.S.) bize taziyeye gelmişti. Taziyeden
sonra yola çıkmadan dedem Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.)'ın türbesini
ziyaret ettik. Orada mürakebeye varıp, bir süre kaldı. Beraberindeki
gelen yol arkadaşı ikide bir:


Kurban geç oldu, gidelim, deyip duruyor. Gavs Hazretleri (K.S.) ise
mürakebeye devam ediyordu. Yol arkadaşı, aynı sözleri bir kaç defa
tekrarlayınca, içimden bunun Şeyh'e karşı hürmetsizlik olduğu ve
Şeyh'in de ona ihtarda bulunabileceği fikri geçti. Bu fikirden
kurtulmaya çalıştım, ama bir türlü bu düşünceden kendimi kurtaramadım.
Bu sırada Gavs Hazretleri (K.S.) murakabeden başını kaldırarak bana
dedi ki:


Fuday! Deden Şeyh Abd'ül Kahhar (K.S.) bizim hakkımızda çok halimdir,
diye buyurdu. Bundan Gavs Hazretlerinin (K.S.) kalbime vakıf olduğunu
anladım.

On
beş sene kadar Şeyhimin yanında kaldım. Hiç bir kötü halimin iyiye
doğru değişmediğini farkedince, kendi Şeyhimi inkar etmemek şartıyla
Gavs Hazretlerinin (K.S.) yanına gelip, kendisine intisab ettim. Aradan
bir zaman geçtikten sonra, İl'de eski mürşidimle karşılaştım.
Kendisini ziyaret ettim. Bana:


Neden bizi bırakıp başka yere gittin? Bizden bir zarar mı gördün ki?
Diye sordu:


Kurban, doğrusu sizden zarar görmediğim gibi kâr da görmedim, dedim.
Bu kez bana:


Nasıl yani? Dedi.


Size gelip teveccühünüze girip eve dönerken mutlaka bir şey
çalıyordum. Hatta yörükler bazen köyün yakınından geçerken onlardan
birkaç koyun veya keçiyi çalardım. Yanınıza o kadar gelip gittiğim
halde kendimi hiç bir kötü halden men edemedim. Gavs (K.S.)
Hazretlerinin yanına gittiğim günden beri şükürler olsun, bütün kötü
fiilleri terk ettim. Hatta eskiden çaldıklarımı sahiplerine verip
helallaşıyorum, dedim.

Gavs
(K.S.) ile beraber iken: Bir kör adam geldi. Gavs Hazretleri (K.S.)
ellerini kör adamın gözlerine sürdü. Adamın gözleri hemen açıldı,
görmeye başladı. Sonra evine gitti. Evde "Sen nasıl görebilirsin?" diye
sorduklarında, adam, "Vallahi benimde gözüm görüyor, artık ben de
sizin gibiyim" dedi. Daha sonra adam ve ailesi gelip, Gavs (K.S.)
Hazretlerinden tövbe alıp tarikata intisab ettiler.

Gavs
(K.S.)'ya intisab ettiğim zaman yörenin tanınmış bazı ileri gelenleri
benim bu halimi taaccüb ile karşıladılar. Bana gayet sıkıntı veren bazı
işler yaptılar. Ben bu hale dayanamaz oldum. Gavs (K.S.)'a durumu izah
etmek için bir arkadaşımla Gadir'e gittik.

Yatsı
namazı vakti yakındı, mübareği ziyaret ettim. Hemen sohbete başladı.
Gavs-ı Hizani (K.S.) Seyyid Taha (K.S.)'ya intisab ettiği zaman,
yörenin bazı ileri

Gelenleri
ona sıkıntı vermeye başladılar. Gavs-ı Hizani (K.S.) ise bu hale
dayanamayıp, durumu gidip Seyyid Taha (K.S.)'ya anlattı. O da buyurun:
"Sabret iyi olur. İnşallah sen yerinde kal." Bir zaman sonra Gavs-ı
Hizani (K.S.)'ye kızanlar, gelip Seyyid Taha (K.S.)'ya mürid oldular..

Gavs
(K.S.)'ın bu sohbetinden sonra, arkadaşlarıma dedim ki:


Durumu izah edeyim mi? Arkadaşım:


Farketmez, o zaten cevabını verdi, dedi.

Ben
dayanamadım. Gavs (K.S.)'a durumu anlattım. "Kurban artık
dayanamıyorum..." dedim. Mübarek gülümseyerek "İyi olur inşallah" dedi.

Bir
gün Gadir'e gidiyordum. Ana yol ile köy arasında bir dere vardı.
Arabayla geçerken tam derenin ortasında kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım.
Sonra içime Gavs (K.S.) Hazretlerine teveccühen "Sen bilirsin artık"
diye yardım talebinde bulundum. Biraz sonra kalabalık amele grubunu
taşıyan bir kamyon geldi. Buralarda böyle bir kamyon geçmesi
imkansızdı. İşçilerin çabası ile arabayı dereden çıkarttık.

Yine
başka bir seferinde, Gavsımızı (K.S.) ziyarete giderken, Silvan ile
Diyarbakır arasında arabamda bir arıza oldu. Çaresiz kaldım. Arabayı
Gavs (K.S.) Hazretlerinden himmet isteyip orada bıraktım. Doğruca köye
gidip Pazar gününe kadar orada kaldım. Niyetim, Pazartesi günü çarşı
açılınca Silvan'a gitmek ve bir tamirci bulmaktı. Pazartesi günü köyden
ayrıldım. Yolda bir kamyona rastladım ve kamyona bindim. Şoför şunları
söyledi:


Dün buralarda çok acayip şeyler gördüm. Gece yolun kenarında bir araba
gördüm. Arabanın başında iri bir zat elinde asası ile nöbet tutuyordu.
Öyle korktum ki, hemen oradan süratle uzaklaştım.

Gavs
(K.S.)'yi ziyaret etmek için hazırlanırken, yöremizin tanınmış
ulemasından biri olan bir vaiz efendi yanıma geldi. Dedim.


Hocam! Haydi, gel beraber Gavs (K.S.)'a gidelim. Hoca dedi:


Ben henüz kahvaltı yapmadım, müsait değilim. Kendisine dedim:


Hocam Gavs (K.S.) bize, sizin istediğiniz gibi bir kahvaltı yaptırır.

Hoca
ile beraber ziyarete gittik. Gavs (K.S.) Hazretlerini ziyaret ettikten
sonra, bana dedi:


Sofi, hocayı divana götür kahvaltı yapın, ben de birazdan geleceğim,
dedi.

Ben
de emir edileni yaptım.

Kahvaltı
olarak bize bal ve ayran ikram edildi. Hoca sordu:


Size her gelişimizde bal ikram edilir mi?


Hayır efendim, bize ayran ve ekmek ikram edilir. Siz geldiğiniz için
bal ikram edildi. O an hoca efendi dedi:


Bu şeyh hakiki mürşittir. Çünki, ben kendime âdet edinmiştim. Her
sabah kahvaltısında aç karnına bal yerdim. Yolda şu düşünceyi
kurmuştum. Bu zat hakikaten büyük bir veli, bir Gavs ise benim balımı
bana ikram eder. Düşündüğümü ikram ettiği için bu zat hakikaten büyük
bir velidir, büyük bir zattır.

Biraz
sonra Gavs Hazretleri (K.S.) divana gelip hoca ile beraber sohbete
başladılar. Gavs (K.S.) sordu:

—Hocam
Allah (C.C.) neden dut ağacını büyük meyvesini küçük yaratmıştır?

Hoca:
-Allah (C.C.)'ın kudretindendir efendim.

Gavs
(K.S.) Hz.leri:- Ben de biliyorum. Allah (C.C.) kadirdir, kudret
sahibidir. Neden dut ağacı büyük olsun meyvesi küçük olsun?

Hoca:
-Allah (C.C.) kadirdir öyle yaratmıştır.

Gavs
(K.S.): -Peki Allah (C.C.) öyle yarattı. Bir kişi iri meyveli bir dutu
bu ağaca aşı yapsa yine aynı küçük meyve mi verir?

Hoca:
- Hayır efendim, büyük meyve verir.

Gavs
(K.S.) -Peki hoca hani Allah (C.C.) ile kul arasında kimse giremezdi,
bu kişi aşı ile meyvenin cinsini değiştirdi. Allah (C.C.) her şeye
kadirdir, dileseydi öyle yaratırdı. Böyle bir vesileyi niçin gerekli
kıldı? Hoca, Gavs'ın (K.S.) eline sarıldı: -Efendim beni affedin, ben
yıllardır, Allah (C.C.) ile kul arasına kimse giremez. Kur'an sünnet ve
müçtehit imamların içtihatları varken, mürşide ne lüzum var derdim.
Aklımın aştığı bu belalara tövbe ediyorum. Ben sizin yolunuza intısap
edeceğim dedi. Nitekim Hoca intisab etti.

Hasılı;

Son devirde Suriye'de yetişen evliyadan Şeyh Ahmed-el Haznevi Hz.
'lerinin halifelerinden olup, İsmi Abdulhakim'dir. Kendisi Seyyiddir,
Hz. Hüseyin'in soyundan geldiği için Hüseyni nisbesiyle meşhur
olmuştur. Gavs-ı Bilvanisi lakabıyla da bilinir. 1902 (H. 1320)
senesinde Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğdu. 1972 (H.
1392) senesinde Ankara'da vefat etti. Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı
Menzil köyünde defnedildi.

Doğumundan kısa bir müddet sonra babasının imamlık yapmak ve medresede
talebe okutmak için davet edildiği komşu Siyanis köyüne taşındılar.
Babası vazifesinin altıncı ayında vefat edince, onu dedesi yanına aldı.
Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Diyauddin
Nurşini (k.s.) Hz 'lerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderdi. Bu
sırada sekiz yaşında bulunan Abdulhakim-il Hüseyni ondört yaşına kadar
bu zattan ilim öğrendi ve feyz aldı. Hocası Nurşin'e taşınınca
tahsiline başka medreselerde devam etti. Aynı zamanda hocasıyla manevi
bağını devam ettirdi. Daha ilmini tamamlayıp icazet almadan medrese ve
tekkeler kapatılınca Siyanis'e döndü. Komşu Taruni köyüne imamlık
yapıp, talebe okutmak üzere davet edildi. Burada pek çok talebe
yetiştirdi. Bu sırada hocası Muhammed Diyauddin Nurşini Hz. vefat etti.
Abdulhakim Efendi (k.s.) hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta
ilerlemek için Muhammed Diyauddin Nurşini'nin (k.s.) talebelerinden
Şeyh Selim'e talebe olmak istedi. Ancak rüyasında hocası ona çok sevdiği
halifesi Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye (k.s.) bağlanmasını bildirdi.
Rüyasında Muhammed Diyauddin Nurşini (k.s.), Şeyh Ahmed-el Haznevi'ye
(k.s.) hitaben:

''Şeyh Ahmed! Bu seyyid Abdulhakim'in babasının bizde emeği çoktur.
Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın! '' diye emanet etti. Bu işaret
üzerine Abdülhakim-il Hüseyni (k.s.), Suriye'nin Hazne köyünde bulunan
Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s.)'ye giderek talebe oldu. Şeyh Ahmed-el
Haznevi (k.s.) daha ilk günden itibaren ona ''Molla Abdulhakim'' diye
hitap ederek onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterdi.
Abdulhakim Hüseyni Hz., Ahmed-el Haznevi Hz.'nin sohbetlerinde bulundu.
Daha sonra tekrar memleketine döndü. Fakat 14 sene müddetle gidip
gelerek ilmi ve tasavvuftaki derecesini artırdı. Hocasından, 34
yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere, 36 yaşındayken de
insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle kurtuluşa
kavuşmalarına vesile olmak için icazet aldı. Memleketine dönerek
köyünde ve çevresindeki diğer kasabalarda İslam dininin emir ve
yasaklarını anlatmaya başladı. Bütün ilim ve irfanını talebe
yetiştirmeye ve müslümanların Allah-u Teala'nın rızasını kazanmalarına
vesile olmaya hasretti. İlk üç senede fazla netice alamadı. Ancak
hocası Ahmed-el Haznevi (k.s.)'nin vefatından sonra onun sohbetlerine
büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden
istifade etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar
kasabalardaki bazı şeyhlerin gıbtasına, bazılarının da kıskanmasına
sebep oldu. Çünkü onlara bağlı bazı kimseler de gelip Abdulhakim Efendi
(k.s.)'nin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden birisi ona
gönderdiği mektupta;
''İnsan düşünür ve kabul eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan
birinin bir kaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iade
etmek lazımdır. O halde sende bizim sürüden ayrılanları iade
etmelisin'' diyordu.

Bu mektubu okuyan Abdulhakim-il Hüseyni Hz. tebessüm ederek;

''Biz cedd-i pakimizin (peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gaye
edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak
gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim miras bırakmıştır. Bu ilme kim
sahipse varis odur. Biz inşallah miras gerçek varislerinin eline geçer
diye dua ediyoruz'' buyurdu.
O hep aynı yerde kalmayıp, ikametgâhını devamlı değiştirirdi. Taruni ve
Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da
Siirt'in Kozlu kasabasına bağlı Gadiri köyüne yerleşti.
Bir sohbet esnasında dinleyenlerden birisi;
''Bir kimse Kur'an-ı Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor,
selefi salihinin, ilk devir islam âlimlerinin kitaplarını okuyorsa
manevi bir yol göstericiye ne gerek vardır? '' diye sordu.

Cevabında buyurdu ki;

Dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı türlü türlü otları ve çiçekleri
bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa
faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu
gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa
onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını
teşhis etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç
verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa,
eczacı o ilacı verdikten sonra hasta o ilaçla ölürse eczacı
cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder. Bununla
beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktor da kendi filmini
çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir
çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. Âlimleri de buna kıyas
ediniz. Hâlbuki insan ahiret yolunda evvela avamdır yani halktandır.
Nasıl kendini tedavi edebilir. Kalp hastalıklarının tedavisi maddi
hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini
tahsil edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen
kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok
başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin
değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatlarıyla az kimseleri yola getirirler
fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir. Pek çok günahkâr ve
fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu
hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol göstericiler az
olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat
eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler
azdır.''
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Saldir10
Reklam : Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ 2usehia

Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ Empty
MesajKonu: Geri: Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ   Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:24 pm

Gavs (K.S.A.) bir
sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Eğer irşad etmek vaaz ve nasihatla
olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bu-lunan hocaların, mollaların
etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi.
Halbuki hiç de öyle değil» Demek ki, bu ış zahirî değil. Bu iş, yani
kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. An-cak ve ancak sâdâtın
manevî tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A.) bir
sohbetlerinde şöyle buyurdular: «Bir şeyhe so
rmuşlar: (İşiniz nedir, sanatınız redir, siz neyle meşgul
oluyorsunuz?) di-ye. Demiş ki: (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.)
(Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap
vermiş: «Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağ
larız. Gavs-i Hizanî Hazretleri'nin huzurunda
cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe,
hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak
oturamazdı. Hal-buki Gavs (K.S.) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle
sükut
ederdi. Fakat tasarrufu
maneviydi. Manevî tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve
nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza
başlar. Allah'tan bahis eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede
ses yok, muhabbet ve cezbe e
maresi
görülmez. Soh-bet biter. Babası Gavs-i Hizanî Haydi, kalkın Kamet
getirin der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs'ın
oğlu hayrette kalır: «İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok.
Babam (hay-di, Kamet getirin) diyor. Bütün
millet cezbeye kapılıyor.» Bir tarihte Bitlis'te Gavs'a
itirazda bulunmuşlar: «Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir?
diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, «Ben
biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığın
a: Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin
müftüsüyüm. Ulu Cami'e gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım
bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir kişi bile gelmiyor.
Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh
Abdülhalim çok az sohb
et edip de
kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu
Gavslık alameti değil de ya nedir? Biz âlimiz, bizim de ilmimiz var.
Gerek halk yanında, gerekse resmî yerlerde sayılır ve seviliriz,
itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bas
tonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi
peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?» diye itiraz
edenleri ikna etmiş oldu. İşte böyle... Eğer zahiri tasarrufla olsaydı,
bunca kuvvetli vaizler, Alimler, gayet güzel vaaz ve
nasihat ederek, Allah'ı anarak sohbet ederken
birçok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü
irşad işi tamamen manevi tasarrufladır. İnsan tarikata girince bunları
daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlakının değiştiğini, hiçbir cebir olm
adan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını,
dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin
olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün.
bunlar da ancak manevi tasarrufla olur. Seyda Abdurrahman Tâğî
Hazretleri
henüz tarikat almamışken
Gavs-i Hizani için; «hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidip
de baksam» diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık
alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizanî (K.S.) bir mollasını
çağırıyor, «Evlâdım, diy
or, var,
Norşin'e doğru git, orada Abdurrahman'ı gör, kendisiyle görüşmek
istediğimi söyle, misafirlerim . çoktur, onun için benim gitmem mümkün
değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.» Molla derhal kalkıp
Abdurrahman-ı Tâğî Hazretleri'nin köyünün
yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Haz-ret'i bulup geliş
sebebini anlatıyor. Diyor ki: «Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin
çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet
ediyor sizi.» Abdurrahman-ı Tâğî hz, «Vallahi ben de ziyaret
ine niyet etmiştim. Kal, sabah olsun, beraberce
gideriz.» diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor. Sabah yola
beraber çıkıyorlar Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle
beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde bek
lemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâğî Haz-retleri
ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık
alâmetlerinden «Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz» ibaresini
duşünerek köye yaklaşmaktadır. Mevsim bahar, gökte en utak bulut kümesi
bile yok.
Nihayet köye vasıl olup
Gavs Hz. ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete
koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak
sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada Hiç bulut yoktu
az evvel. Sığınacak b
ir yer
olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâğî
Hazretleri'nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan
ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizanî
Hazretleri'ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufa
k bir ıslaklık bile yok, sanki hiç yağmur
yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak
derhal oradan uzak-laşıyor. Gavs-i Hizanî'ye, «Kurban, Molla Abdurrahman
gitti» denilince, «Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir.»
bu
yuruyor.» Hakikaten az bir zaman
sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte
böyle... Eğer manevî tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir
teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkan bulunur muydu? Hazret-i
Norşinî (Şeyh Muhammed D
iyauddin)
bir ara. hastalanmış, bir müddet için cami'e gidememiş, evden
çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip
mollaları eve çağırmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle
ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir m
üddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret
müsaade verince oturmuşlar ve bekle-mişler. Hazretten ise hiç ses yok,
zerre kadar kimseye iltifat etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar
oturduktan sonra Hazret, «Haydi, size müsaade verdim, g
idebilirsiniz.» diye mollaları gönderiyor.
Huzurdan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar: Sohbet
olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl
geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten
Hazretin h
anımı, çocuklarına, Eyvah,
ben Hazretin sâliklerini manevî tasar-ruf ehli zannederdim.
Bilmiyordum ki onlar 1af u güzaf peşindedirler. Ben zannediyordum ki
onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde
koşuyorlar. Bu durumda Allah
'tan
uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ diyerek ağlıyor. Çokları
vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez.
Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar. Onlar sohbet peşinde
değiller. Sohbet bir eğlencedir. Nası
l çocukları lafla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen
onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek,
Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç - dört yaşlarındaki
çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşt
e sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen
neşelen-dirir, bazen hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur
etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati'ne alıştırıncaya kadar sohbet
de-vam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i
Nak-şi
bendî'de bir rükün
mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet
verilmez sözleri manevî tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil,
manevî tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı,
binlerce vaiz, hatip ve natıka
sahibi
kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi.
Hal-buki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az
sohbetle çok geniş kitleleri irşad etmeleri irşadın zâhirî olan sohbetle
değil, batınî olan manevî tasarrufla olduğ
unun işaretidir. Sohbet ise manevî tasarrufa zemin
hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır. İleride
görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye
edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, ma
nevî olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur
olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın. Zaten bu
zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevî tasarruf olmadan düzeltmek
çok zordur, Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın
himmet
i, Peygamberin (S.A.V.)
himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler
olmasa, Nakşibendîye tasarrufu bulunmasa idi, bu zamanda Allah'ın
yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış.
Eskiden insana musallat olan
iki
düşman vardı sadece: Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine,
imanına düşman ol- muş, kuvveî manevîye olmasa, Nakşibendî silsilesi
ve onların himme-ti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmak mümkün
olmaz. İnsan, o güç ve tâkâti kendinde bulam
az. Peygamberler (A.S.) dahi insanın yardımına gelirler,
manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevî kuvvet
ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz,
imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı. Bu gerçekleri bil
en insanın, Nakşibendî Tarikatı Pâkistan'da,
Hin-distan da, Yemen de bile olsa hi durmadan oralara kadar koşup
tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda
olup, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın
menfâatinin n
e kadar çok olduğunu
gayet iyi bilirler. Şeyh Ahmed-i Haznevî (K.S.A.) buyuruyor diyor ki;
«Hazret'i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata
binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana
çe-virdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu: «Molla Ahmed, insanın şu
kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah'tan uzaktır.» Ve
hay-vanını sürerek yoluna devam .etti. İnsanın evini yıkan en büyük
düşmanı onun nefsidir. Onun için insanın kendinden haberi olmalı,
nefsin tuzaklarına
düşmemeye
çalışmalıdır. Nakşibendî yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek
içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar. Şah-ı
Hazne (Şeyh Ahmed-i Haznevî) buyuruyor: .«Norşin'e gitmiştim. On beş -
yirmi günden beri Hazretin evindeydim. M
alûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Hazret'i
ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret'i ve mollalarını da
yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini
bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa
ben de ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok
zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya
bıraktım. Nihayet Hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer
mollalarla beraber hazırlandım. Hazre
t çıktı, yüzünü bana döndürüp: «Haydi bütün mollalar benimle
beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek» buyurdu. O
zaman ben ayrıldım. Hazret'in niçin öyle dediğini anladım ve nefsime
dönüp dedim ki: Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yer
im, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah
ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Yine Şah-ı Hazne
anlatıyor: (Bir gün Hazret bana sordu: «Molla Ahmed sen yemeklerini
nerede yiyorsun?» Dedim: «Sofilerle beraber yiyorum. Kurban.» Tekrâr
sordu: «Peki
, nerede yatıyorsun?»
«Aşağı divanda yatıyorum kurban» dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan
çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana: «Çok iyi yapıyorsun. ,
Aşağı divan çok hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde
bulunduğu için oranın nis
beti çok
fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir: 5eyh Alaâddin, Şeyh
Mahmud-i Karaküyî gibi zatlar hep ora-da kalırlar. Yukarı divan ağalar
yeri. Aşağı ise Seydanın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok
teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok h
oş bir yerdir orası.» dedi.) İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini
bilirse halk da ondan istifade eder. Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor:
(Bir seferinde Hazret'in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de
oradaydı ve başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü b
ana çevirdi: «Buyur, Kurban» dedim, « Haydi bana
ço ço de bakayım» dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu Sefer
Seyda-i Mezzin'e dönüp, Molla, hâlâ Molla Ramazan'da nefs var, henüz
nefsini yenememiş. dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirme-diğimd
en dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm.
Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım; diye söz verdim. Ondan
son-ra emrini gözetlemeğe başladım. Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise
bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ar
a bana döndü: «Molla Ramazan, bana biraz su
getir.» dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna
dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar
güldü ki... Dedi, «Şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış
oynuy
or.» O zaman yaptığım hatayı
anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu. İnsanda nefs
olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir.
Bir seferinde Kadiri şeyhlerinden Molla Abdurrahman'ın bir sofîsi
Seyda'yı ziyarete gelm
işti. Seyda
sofîye; «Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi'nin sohbetinden söyle.»
dedi. Sofî ise: «Vallahi Kur- ban, hiç aklımda sohbeti yok.» deyince,
Seyda hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?» diye sordu. Sofî biraz
düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şe
yhim derdi ki «Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.» Bu söz
Seyda'nın çok hoşuna gitti, çok keyfi geldi. «Vallahi, çok duğru bir
söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini
gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müd
detçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu
için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça
yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine
batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine
çöker.»
Seyda:: «Bu sohbetten daha
güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir.» buyurdu ve kâhyasına
dönüp, «Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofîye
ver.» Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. «Kurban beş
mecidiye var» dedi.
Seyda, hepsini
sofiye verme-sini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü
figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, «Hayır
alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs'ın başı için ne kadar
para olsaydı kesede, tümünü sana ve
recektim.» buyurdu. Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza
etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine
kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah'ına o zaman kavuşur. İnsanı
helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun
ilâhlık davasında bulunan ve helâke gidenler,
hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradılar, o hallere düştüler.
Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis
kendinden üstün hiç bir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terak
ki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca,
haşa, Allah'lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış,
azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendinin
Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabiî, söylediklerinin aslı
olm
adığını çok iyi biliyordu.
Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de
uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında
fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise
bekçiydi. Bir gec
e inkılap yapıp
padişahı öldürerek ve bir gecede pa-dişahın sadık adamlarını ortadan
kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve
neticede başına büyük felâket-ler açtı. İnsan biraz düşünsün ki
Allah'ın azameti ve büyüklüğü karşı-sında ne kıymeti olabilir. İnsanın
değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz.
YaradıIışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini
nasıl yarattı? İşte böyle... İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse
azamet-i Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin
telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez. Her şeyden evvel insanın
kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah'ı da tanımaz. Kişi
kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah'a ka
rşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki
insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar
bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini gö-rür ve bilirse
Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âlî eder, ona mertebeler ihsa
n eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş
zannederse o insan yok sayılır. İnsan kendini adam olarak görmemeli;
nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir. Her
türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefs-ten geliyor,
onun
büyüklük taslamasından ve
kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden
aşağı bir mahluk olmadığını (nefsanî yönden) idrak etse, insanda kibir
ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah'ın emirlerine göre hareket etmeye
başlar. Mesela, ins
an bin kişilik
bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye,
onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabiî ki yetmez. Onlara karşı
biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak
mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i H
üda'ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır.
Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre
hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir. Allah dostları, Allah
ehilleri daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâd
âtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu
büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur. Meselâ, Şah-ı
Hazne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofîlerden hiç
fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile
bilmezmiş
. Ancak ârifler müstesna.
Herkes onu garip bir sofî olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de
öyleymiş. Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış.
Hazret'in Şevhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağına biner, köylere
irşada giderken Hazret'
i çağırarak
kendisini çekmesini istermiş. Bu duruma Seyda'nın bazı hülefa ve
sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, şeyhinin oğludur, onun için hatırını
hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde,
nasıl olur da o kızağa binip keyif süre
rken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor,
demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah: Üstadım Seyda, oğlunu
bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok
eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsi-n
iz.» buyuruyor. Şeyh Fethullah bilmiyor muydu,
Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi
lâzımdır? Tabiî ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip
de manevî değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâb ve erkânı
terk ederek, ziyanına razı olarak
Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah'a ulaşmasını, menfaat
görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle
de oldu. Hazret'in birkaç senelik hizmetinden sonra Şeyh Fethullah,
Hazret'i çağırıp,
«artık sen
yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla»
diyerek irşad makamına oturtuyor. İşte böyle... Allah yolu hizmetle
kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve
padişahlıkla olmaz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
 
Seyyid Abdulhakim HÜSEYNİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Seyyid Muhammed Raşid Erol(K.S.)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
WebOgrafya | Webin Coğrafyası. :: İslam ve İnsan Bölümleri :: Peygamberlerin, Evliyaların, Sahabelerin hayatları-
Buraya geçin: