WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Uyeoll10
Sitemizi Firefox İnternet Tarayıcısıyla Daha İyi Görebilirsiniz.
Mozilla Firefox 3.6 Download
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olun Yada Giriş Yapın.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Uyeoll10
Sitemizi Firefox İnternet Tarayıcısıyla Daha İyi Görebilirsiniz.
Mozilla Firefox 3.6 Download
Sitemizden Yararlanmak İçin Üye Olun Yada Giriş Yapın.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
WebOgrafya | Webin Coğrafyası.

Türkiye'nin Paylaşımcı Forumu
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap


 

 Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:18 pm

Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi “Sıddîk
Gümüş”tür. Bazı kitablarında bu ismi kullanmıştır.

Din bilgilerinde derin alim ve tasavvuf marifetlerinde kamil ve
mükemmil olan kerâmetler, harikalar sahibi, Seyyid Abdülhakim efendinin
yetiştirdiği selahiyyetli bir din adamıdır.

1929 dan 1943 senesine kadar o büyük zatdan ders almış Arabi ve
Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır.

Hüseyin Hilmi Işık efendi, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî ve
bilhassa fen, tıp ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden
olduğu için, gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye
dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları
ile karşılaştırıp, tartarak, söylediğinden, hikmet konuşan, yâni her
sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha çok zor
bulunabilecek olan bir zât idi.

Binüçyüzyirmidokuz [1329] hicrî yılına rastlıyan
bindokuzyüzonbir [1911] senesinde Mart ayının sekizinci günü, güzel bir
behâr sabâhı, İstanbulda, Eyyüb sultânda, Servi mahallesi, Vezîrtekke
sokağı, Şifâ yokuşunda [1] numaralı evde tevellüd etdi. Babası Saîd
efendi ve dedesi İbrâhîm pehlivan, Plevnenin Lofca kasabası, Tepova
köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca
kasabasından idiler. Sâid efendi, doksanüç [hicrî 1295] Rus harbinde
muhâcir olarak İstanbula gelmiş, Vezirtekkesinde yerleşip evlenmişdi.
Harb ve Muhâcirlik sıkıntıları sebebi ile, hiçbir mektebe gidememiş,
belediyyede kantar me'mûru olmuş, kırk seneden fazla bu vazîfeyi
yapmışdı. İstanbulun büyük câmilerinde, meşhûr hocaların derslerine
aralıksız devâm ederek din bilgilerinde çok derinleşmişdi. Vazîfesi
îcâbı matematiğin dört işlemini zihn ile yapmakda o kadar mâhir olmuşdu
ki, görenler şaşardı. Vezîr Tekkeyi Safranbolulu Muhammed İzzet pâşa,
1210 [m. 1795] de sadr-ı a’zam olunca, Nakşibendî meşâyıhı için
yapdırdı.

Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi
arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı
kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye Numune Mektebi'ni
birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan,
Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı
gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak
1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine
seçildi.

Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini
çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi
Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi
anlıyoruz” derlerdi.

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının önsözünde buyuruyor ki:
"İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye
nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din
bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken,
mekteblerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın,
sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu.
Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok
saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları görünce,
hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük
aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi
inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları
fedâ edemiyordum. Altı sene, bu iki te'sîr altında sarsıldım. Birkaç
sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım,
öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden
vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış
yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz
yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın
olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmışdım.
Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bağçeye çıkdım. Gökyüzü yıldızlarla dolu
idi. Eyyûb sultânın, ya'nî Hâlid bin Zeydin türbesine karşı, Halîcin
ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın diyorlardı.
Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini
seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına
aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma'sûm ve hâlis
düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı
Abdülhakîm efendi hazretleri, önce rü'yâda, sonra câmi'de karşıma çıkdı.
Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi'i
şerîfinde va'zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv,
mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de
abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i
Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o
kadar fâideli idi ki, çok def'a, sabâhdan gece yarısına kadar yanından
ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli
dakîkaları olmakdadır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm

(m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye mektebinde müzâkereci iken, hem kimyâ
yüksek mühendisliğine devâm etdim, hem de o islâm âliminin va'zlarından,
sohbetinden ilm ve zevk topladım. Kalbimdeki küfr pislikleri
temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se'âdeti için, biricik kaynak
olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin
büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri
ba'zı şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar,
iftirâlar olduğunu anladım. (m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak
kimyâhânesinde vazîfeli iken, almanca öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin "kuddise sirruh" (Mektûbât)ını devâmlı okumamı söyledi.
Her fırsatda İstanbula gelip, ma'rifetler deryâsından inci, mercân
topladım. O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar,
sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i
tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh),
(tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilmlerini ta'lîm
buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] Pazar günü icâzet-i
mutlaka ile, tedrîse me'zûn eyledi.
(m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla
gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi
açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan
îmân ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim.
Elhamdülillah! Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak
hâzırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak
doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç sahîfeye yerleşdirdiğim
(Se'âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci kısmının basılması (m. 1956)
senesinde nasîb oldu.
Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın, gazete ve
mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış, köşedeki
bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu
ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ
kalbi yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az
zemânda kapışdı".

Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi döğüşerek,
istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları, bugün
de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek, istiklâlleri
gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor. Hakka,
hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor.
"Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve
yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve
şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını
dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı
mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve
afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz."
Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve islâmiyyetin
yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm ilmlerinde
ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm
dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük
zâtdan, şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz
işitmedim. Tekkelerin kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan
ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını,
zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın her yerinde, her dilde tesavvuf
kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf kitâbı yazmağı ve tesavvuf
ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî menfe’at sağlamağı
ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç saymakdadır. Tesavvuf
âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların din hırsızları
olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir.
Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması
lâzımdır. Fitne çıkarmak harâmdır) diyorum.

İslâm dîni, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara
karşı gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını
da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr etmekdedir. Ecdâdımız, bütün
istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel
emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak için,
çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır.
Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve
yiğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve
şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını
dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı
mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve
afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz.

Hâinlerin kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, zehrli
propagandaları okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa,
aldanmamağa çok dikkat etmeliyiz!

Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm âlimlerinin,
aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı taşıdığım
sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin,
din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret se’âdetine
kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı olarak,
Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de bir
araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile,
kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye
de terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi
tarafından beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid
hiçbir bilgi ve fikr yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim
olmamışdır. Büyük, mubârek zâtların yazıları olduğu için, okuyanların
fâidelendiklerini, zevk aldıklarını ve bölücülere, kitâblarıma saldıran,
iftirâ eden mezhebsizlere aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı Hakka şükr
ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb
düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet
günü için, biricik sermâyem biliyorum.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm

Okula Başlaması:

Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi
arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı
kerîm’i hatmetti.Yedi yaşında, sultân Reşâd hânın türbesine bitişik
(Reşâdiyye nümûne mektebi) nde ilk tahsîlini yaparken, babası ta'tîl
aylarında (Hakîm Kutbüddin), (Kalenderhâne) ve (Ebüssü'ûd) din
mekteblerine de gönderir, oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret ederdi.
1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle
bitirdi. İlk okulda her dersden aldığı altın yaldızlı mükâfatları büyük
bir albümü doldurmakdadır. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan,
Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile
kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler
alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye
mektebine seçildi.

Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini
çekiyordu.

Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmî efendiye
(rahmetullahi aleyh) tekrar etdirirdi. Arkadaşları, sen anlatınca daha
iyi anlıyoruz derlerdi. Lise ikinci sınıfda (bir dik açının düşeyinin de
dik olması için bir kenarının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfidir)
teorisini isbât ederken, durakladı. Hocası yüzbaşı Fuâd bey hatırlatmak
isteyince (Efendim! Burasına aklım ermiyor. Dediğinizi anlıyorum.
Fakat, iki isbâtlama birbiri yerine oluyor) demişdi. Fuâd bey, sınıfın
ikincisine soruyor. O da, rakibinin bu hâline sevinerek, (Hayır efendim.
Hilmî efendi yanılıyor. Kitâb da sizin anlatdığınız gibi yazıyor)
diyor. Hilmi efendi, bunu anlıyamadığında ısrar edince, Fuâd bey, onu
yerine oturtuyor ve (Hilmî efendi! insanlık hâli bu. Belki bugün çok
çalışarak kafan yorulmuş. Belki de başka üzüntün vardır. Başka zeman iyi
anlarsın. Üzülme) diyor. Gece oluyor. Herkes uykuda. Nöbetçi, Hilmî
efendiyi (rahmetullahi aleyh) uyandırıyor. (Kalk! Geometri hocası,
öğretmenler odasında seni istiyor) diyor. Kalkıp giyiniyor. Geceyarısı,
şaşırmış vaziyette odaya gidiyorlar. Füâd bey: (Yavrum Hilmî efendi!
Evime gidince düşündüm. Hilmî efendi her yeni verilen dersi bülbül gibi
tekrar eder. En çetin matematik problemlerini çözer. Onun, bugün iki
ayrı geometri davasının birbirine ters düşdüğünü söylemesi boşuna olmasa
gerekdir dedim. Çok inceledim. Anladım ki Hilmî efendi haklı imiş.
Fransız profesörü Hadamar yanlış yazmış. İzmir lisesi geometri muallimi
Ahmed Nazmi bey de, bunu tercüme ederken farkına varamamış. Ben ise,
senelerce, bunu yanlış anlatmışım. Oğlum sen haklısın. Seni tebrik
ederim. Senin gibi talebem olduğu için iftihar ediyorum. Senin rahat
uyuman, sevinmen için, yarını bekliyemedim, geldim) dedi. Hilmî
efendinin (rahmetullahi aleyh) alnından öpdü ve gitdi.

Hilmî efendi, askerî lisenin her sınıfında oruclarını tutdu. Her
nemâzını kıldı. Son sınıfda iken nemâz kılan yalnız O kalmışdı. İslâm
düşmanlarına aldanmış, belki de satılmış olan birkaç kimse, fen bilgisi
diyerek, yalanlarla, iftirâlarla dinsizliği, ecdâd düşmanlığını
aşılıyorlardı. Jeoloji hocası Âdem Nezîhi, fizik hocası Sabri, felsefe
hocası Cemil Senâ ve târîh hocası Bağdadlı binbaşı Gâlib beğler zararlı
telkînlerinde pek aşırı gidiyorlardı. Sınıf arkadaşları arasında bu
yüzden nemâz kılan kalmamışdı. O, bu hocalarına aldanmadı. Onların
derslerine dahâ çok çalışıyor, hepsinden tâm numara ve takdîr alıyordu.

Lise son sınıfda iken, babası Sa'îd efendi vefât etdi. Askerî lisenin
talebeleri, hocaları ve subayları cenâzede bulundu. Eyyüb halkı cenâzede
bulunanların çokluğuna şaşmışdı.

Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması:

1991 senesi mart ayının 1'i cuma gün berat kandili idi. Mübarek hocamıza
kandil ziyareti için gitmiştik. Daha sonra eve, hocamızın oğlu
Abdülhakîm abi geldi. Sandalyelerde yer olmadığından ben Abdülhakim
abiye, oturduğum sandâlyeyi verdim ve yere indim. Hocamız buyurdularki;
Alî beye çok büyük iyilik etdiniz. Tam karşıma oturmasına sebeb oldunuz.
Ben de, Abdülhakim efendi hazretlerinin her zemân tam karşısına
otururdum. Hatta, Eyüp sultan camiinde, ilk tanıdığımda en önde, burun
buruna oturmuşduk. Allahü teâlâ, “Her isteyene veririm, bazan da
istemiyenler arasından da seçdiğime veririm” buyuruyor. “İnnâ
fetahnaleke” sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. Bu âyet-i kerîmede hem
adalet, hem ihsan var. “Her isteyene veririm” buyurması adaletdir.
“İstediğime veririm” buyurması da ihsandır. İsteyene nasıl verir? Meselâ
benim gibi. Ben istedim de verdi Allahü teâlâ. Askerî okulda, birinci
sınıfa başlamışdım. Ramezan-ı şerifde oruç tutmak isteyenleri, doktor
muayene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. Seksen kişi oruç
tutmak isteyen vardı. Bunların içinden güçlü, kuvvetli olanlarından otuz
kişiyi tutabilir diye ayırdı. Elli kişiyide de, zaîf gördükleri için
tutamaz diye ayırdı. Ben de ufak tefek, zaîfdim. Beni de
tutamıyacakların içine ayırdı. Ben, tutmak istiyorum dedim. Çünki evimde
de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Ben tutmak istiyorum
deyince, doktor bana kızdı, bağırdı. Sen oruç tutacak adammısın, sınıfta
kalırsın, hasta olursun, ölürsün dedi. Doktor iri-yarı bir yüzbaşıydı.
Ramezan-ı şerif geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye yemek çıkıyordu.
Ben de onlarla beraber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben
de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu.
Öğle yemeğini asker, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü
de açık geçirirdi. Nezaketen üstünü bile örtmezdi. Etler, buzlu
hoşaflar, buzlu sular olurdu. O sıcakda oruç tutan talebeler, biz
kavrulurken, doktor yüzbaşının yemekleri bizim aramızdan geçirilirdi.
Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Bana sen oruç tutarsan
ölürsün demişdi. Kendisi öldü. Seksen senedir ben hâlâ (oruçtan dolayı)
hasta bile olmadım. Bana sınıfda kalırsın demişdi. Okulun birincisi
oldum. Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala
azala, son sınıfda iken bir tek ben kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım.
Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım.

İlmihalde de yazdım ya, bir kadr gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece,
Allahü teâlâ bana Efendi hazretlerini gösterdi. Bir câmi’in kubbesinin
etrafında nûr şeklinde idi. Daha sonra birgün dersden çıkınca bayezid
câmisine namaz kılmağa girdim. Namazımı kılınca, sahaflar kapısının
yakınında bir hoca va’z ediyordu. Üç-beş kişi dinliyordu. Onlar da, hep
yaşlılardı ve uyukluyorlardı. Ben de biraz dinledim, fakat hepsi
bildiğim şeylerdi. Küçük, bir formalık bir kitâbdan âmentüyü (imanın
şartlarını) anlatıyordu. Hep bildiğim şeylerdi. Sıkıldım fakat hocaya
saygısızlık olmasın diye, ayıp olmasın diye kalkıp gidemedim. Biraz
sonra, dersimiz burada bitdi dedi. Bu kitâbları satıyorum dedi. Aynı
kitâbların devamı vardı önünde. Hepsi bildiğim şeylerdi fakat hocaya
yardım olsun diye birini alayım diyerek, kaç kuruş olduğunu sordum.
Yirmibeş kuruş dedi. O zamân bir gazete 1 kuruş idi. Kitâbın değeride
ancak o kadar eder. Hadi çok fakir olup muhtaç olsun da 5 kuruş desin,
buna 25 kuruş çok, vay insafsız vay diyerek kapıya doğru yürümeye
başladım. Bir de bakdım, bayezid meydanına bakan kapının tarafındaki
demir parmaklıklı bölümde bir başka hoca efendi va’z ediyor. Çok
kalabalık bir cemâ’at onu dinliyordu. Câminin ortasına kadar cemâ’at
doluydu. Oraya doğru yürüdüm, Parmaklıkların arkasında nur yüzlü bir
hoca efendi, bir kitabdan birşeyler anlatıyordu. Hoca efendinin
karşısından gidersem edebsizlik olur diye düşündüm. Hoca efendinin
karşısından gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. Arkadan
dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca efendi, demir
parmaklıklara arkası dönük oturuyordu. Demirden atlayıp tam arkasında
oturdum. Kucağını arkadan seyrediyordum. Bir yandan da (çocukluk işte),
aklımdan biraz önceki hocanın yirmibeş kuruşa satıyorum demesi
çıkmıyordu. Vay insafsız vay deyip duruyordum. Hem de o hoca efendiyi
dinliyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, merak ettiğim konuları
anlatıyordu. Çok hoşuma gitdi. Rabıta-ı Şerife risalesinden Evliyâ
kabrlerinin nasıl ziyaret edileceğini anlatıyordu. Hiç duymadığım
şeylerdi. Biraz sonra ezân okundu. Hoca efendi, dersimiz bugün burada
kalsın deyip kitâbı kapatdı. Pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç
arkasına dönmeden, kitâbı arkaya, bana uzatdı. “Bu kitâb, küçük efendiye
benim hediyem olsun” dedi. Çok şaşırdım. Hiç arkasına bakmamışdı.
Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra, hep beraber namâza
kalkıldı. Biraz sonra ben derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım,
ayrıldım. Bu zât kimdir, nerde bulunur diye merak etdim, araşdırdım.
Cum’a günleri Eyyûb sultan câmi’inde va’z eder dediler. Cum’a gününü
sabırsızlıkla bekledim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm

Cum’a nemâzına Eyyûb sultana gitdim. Hoca efendiyi görebilmek için
caminin en ortasındaki çok büyük avizenin altına oturdum. Fakat
göremedim. Biraz daha bekledim gene göremedim. Sabırsızlanıyordum.
Yanımdaki, oturan kişiye sordum. Abdülhakîm efendi nerededir dedim. O
da; O yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez dedi.
Bekleyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp yan bölmeye geçdim. Orada da
aradım, bulamadım. Yanımdakine gene sordum. Abdülhakîm efendi nerededir
dedim. O, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada
Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra va’z etmek için buraya gelir dedi.
Namâzı bitirince gene göremedim. Dışarda bekliyeyim diye düşündüm. Tabî
Eyyûb Câmi’i büyük olduğu için daha geç dağılıyor. Gelmişdir diye,
namazın duâsını beklemeye sabr edemeyip hemen dışarı çıktım. Baktımki
gelmiş. Karşıda bir kitâbcı vardı. Kitâbcının tezgahının yanında,
ayakda, kitâbları tedkik ediyordu. Hemen yanına gitdim. Karlı bir
havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitâbcının yanında, oturmak için bir bank
vardı. Kitâbcı kaba bir şeklde bağırarak, hoca hoca niye ayakda
duruyorsun, otursana şuraya dedi. O da, peki deyip oturmak üzereydi. Tam
o sırada fırladım. Bir dakika efendim, oturmayın dedim. Hemen
üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları temizledim. Parkayı
katlayıp bankın üzerine koydum. Şimdi oturun efendim dedim. Parkanın
üzerine oturmayıp, “Al onu oradan” dediler. Benim parkamın üzerine
oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular. “Şimdi
üzerime ört” buyurdular. Efendi hazretlerinin üzerine parkayı örtünce,
sevindim. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan
tarafındaki küçük bölmeye girdik. Ben en önde, Efendi hazretlerinin
önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, hiç
işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan anlatıyordu

Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan tarafındaki
küçük bölmeye girdik. İçerisi çok kalabalıktı. Sadece rahlenin önünde
birazcık boşluk vardı. Onun için ben en önde , rahlenin hemen önünde
oturdum. Efendi hazretleri ile burun buruna oturduk. Dikkatle
dinliyordum, hiç işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan
anlatıyordu. Efendi hazretleri bir minder üzerine oturmuştu. Anlatırken
bana bakıyordu. Hiç işitmemiş olduğum çok merâk ettiğim bilgileri zevkle
dinlerken defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık
kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor,
onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi
kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini,
mektebi, her şeyi unutmuştum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler
dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri
beni mest etmişti. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî buyurduki,..
dediğinde İmâm-ı Rabbânî kim diye şaşırdım. Hiç işitmemiştim. Rabbânî
deniliyor. Allahü teâlâ ile ilgili mi acaba dedim. Melek geldi aklıma.
Cebimden not defterimi çıkardım, araştırmak için yazdım. Sonra dediki;
“Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksekdi ki, peygamberlik devam etse
idi, hiçbir şey eklemeden, o haliyle peygamber olurdu. Allahü teâlâ
Mevlânâ Hâlid hazretlerine paygamberlik makâmı haricinde her kemâlâtı
vermişdir. Bütün nübüvvet evsafına câmi’i idi. Ya’nî Peygamberde
bulunmakda olan ahlâk ve evsafının hepsi onda vardı. Yalnız bir noksan
vardı ki, sadece peygamberlik makamı verilmemişdir, peygamber
olmamışdır. Çünki Peygamberimiz, âhir zemân Peygamberidir. Ondan sonra
peygamber gelmez. Onun için o peygamber olarak değil de, evliyâ olarak,
âlim olarak gelmişdir. Tasavvuf yolunun en yüksek derecesinde,
evliyaların en yüksek derecesindedir. O evliyâ da, asrlarda bir yetişir.
İşte O Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onlardandır. Kemâlât-ı
nübüvvetin hepsi onda vardır.” buyurmuşdu. Mevlânâ Hâlid ismini de hiç
duymamışdım. Buradaki kabrde yatan zâta, Hâlid bin Zeyd deniliyor.
Herhâlde, bu türbedeki yatan zâtdan bahs ediyor diye düşünmüşdüm.
Mevlana Halid isminide not defterime yazdım. Hep böyle yazdım defterime,
sorayım bunları diye. (O defter hâlâ evde duruyor) (Efendi
hazretlerinden işittiklerimden not aldıklarım defterler hepsi duruyor,
fırsat olunca onları size okuyayım inşallah).

Bir şeyden haberim yokdu. Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif
suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurduki; Yâsîn:
“Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim
(yakîn denizimin dalgıcı)” demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım.
(Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep
muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde
gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz
için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş
denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen
bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her
şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin
sevilmeyeceğini öğrendim. Va’z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim.
Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an
gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim.
Herkes dışarı çıkarken, câmi’ kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum,
iplerini geçiriyorum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun
sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile “Küçük efendi,
ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel
de, seninle sohbet ederiz.” dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden
hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. “Baş üstüne efendim”
dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese
verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim
de kavuştum. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni
sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce
hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin,
teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini
kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu
bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi
ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...Onlar yalan söylemez
ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim.
Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır
imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.)
Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım.
Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük
ni’met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah.
Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak
hemen gittim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm






[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
C: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi
(rahmetullahi aleyh)



























Abdülhakim efendi hazretlerinin evine gitmesi ve İdris köşkü:
1998 senesinin ekim ayının 24 ünde Regaib kandili vesilesiyle,
Yalovadaki seadethanelerine, kandil ziyareti için gittiğimizde,
huzurlarına kabûl edilmekle şereflenmiştik. Ogün buyurdularki; Mü’minler
bir araya toplanınca, kalblerindeki nûr, birbirine aks eder, te’sir
eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği velî bir kulu
varsa, Onun kalbindeki nûr şu lamba gibi herkesi aydınlatır. Aralarında
öyle biri yoksa, öyle büyüklerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, O
zâtın yanlarında olması, hattâ diri olması şart değildir. Vefat etmiş
olsa da, Onun muhabbeti, feyz almağa sebeb olur. O büyüklerin sevgisini
kazanmak ne büyük müjdedir. İşte ben, böyle büyük bir zâtla Eyyûb
Câmi’inde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Bir gün Bâyezid
Câmi’ine girdiğimde, tesadüfen gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi,
ama derse yetişecektim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim
olduğunu, Cum’a günü Eyyûb Sultanda va’z etdiğini öğrendim. O zamân
ta’til Pazar değil, Cum’a günü idi. Süleymaniyede bekirağa bölüğü
denilen yerde kalıyordum. Cum’a namâzına Eyyûb Câmi’ine geldim, hiç
duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok zevk aldım. Kapıdan
çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum, “Küçük efendi, ben seni sevdim.
Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasında, arada bir gel de, sohbet
ederiz” diye bir ses işitdim. İlk görüşde “Seni sevdim” dedi. Büyük bir
zâtın kalbine girmek için, senelerce hizmet etmek ve sevgisini kazanmak
lazım. Bana ilk görüşde, "seni sevdim" dedi.
“Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır.
Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” Buyurarak davet etmesinden
cesaret alıp, evine gittim. Davet etmeseydi gidemezdim. O zaman Cuma
günleri tatil idi. Bir sonraki cuma gününü sabırsızlıkla bekledim. Cuma
gün olunca, heyecanla evine gitdim. Bahce kapısından girince, tam
karşıdaki kabirlerin üstünde bir köşk vardı, orada sohbet etdiğini
öğrendim ve o köşke girdim. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selim Hân
yapdırmış. Altı türbe, üstü köşk idi. Kapıdan girince hemen karşıdaydı.
O köşk, çok güzel bir yerde idi. Oradan haliç görünürdü. Sonradan onu
yıkdılar, kabrlerin üstüne çatı yaptılar. O köşke ilk ve son defa girmiş
oldum. Sonraki gittiğimde köşk yoktu. Ogün gittiğimde, Abdülhakim
efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim, Efendi
hazretleri köşeye sedirin üstüne oturmuş, önünde bir rahle vardı,
kayınpeder Ziya Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuş, rahledeki
kitabdan okuyor, Efendi hazretleride, Ziya beyin okuduklarını açıklıyor
ve anlatıyordu. O zamân Ziya beyi de tanımıyorum tabii... Oturacak yer
yoktu, salon mahşer gibi kalabalıktı, her yer dolu idi. Zaten edebimden
içeriye giremedim, utandım. Kapının dış tarafına, sofaya oturdum
dinliyordum. Biraz sonra, henüz bir dakika geçmeden Efendi hazretleri
başını kaldırdı, beni gördü. “Küçük efendi, sen buraya gel” diye beni
yanına çağırdı. Ayaklarının dibinde bir kişilik boşluk vardı. Beni oraya
oturtdu. Edebimden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak
bakardım. Biz bütün kazandıklarımızı edebimiz sayesinde kazandık. Ogün
gitmeğe başladım, hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, on
sekiz yaşında gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde teveccüh etdi.
Teveccüh demek, sevmek demekdir.

Abdülhakim efendi hazretlerinden ilim öğrenmesi:
1993 senesinin ağustos ayının 5 inde, eczaneden dönerlerken, Yenibosnada
İhlâs motor'u ziyaret etmişlerdi. Hocamızın çok sevdiği, pekçok
kıymetli insanın kalbinde “sakallı dede” olarak taht kurmuş olan babam,
(Muammer dede), Mübarek hocamızı karşıladı, binanın çeşitli bölümlerini
gezdirip malûmat verdikten sonra, Bahcedeki çiçeklerin arasındaki
havuzun kenarındaki sandalyelerde oturdular. İhlas motor çalışanları,
bir gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp sevince gark olan biçareler
gibiydi. Hocamızın mübarek ağzından inci tanesi gibi saçılan sözlerini
dinlemekle mesrur oluyorlardı. Hocamız ogün buyurdularki;
“İnde zikrissalihin tenzilürrahme”. Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet
yağar. Bütün arkadaşlar müsait zemânlarda toplanıp kitâb okusunlar.
Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz... İslâmiyyetin en büyük düşmanı
cehaletdir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem ne buyuruyor;
“Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz”. İlm öğrenmek farzdır. Farzları
öğrenmek farz, vacibleri öğrenmek vacib, sünnetleri öğrenmek sünnet,
harâmları öğrenmekde farzdır. Öğreneceğiz ki, sakınacağız. “Talebül ilmi
farîzatün ala külli müslimen ve müslimetün.” “Müslimânların -erkek
olsun, kadın olsun- ilm öğrenmesi farzdır” diyor Peygamber efendimiz.
Yedi yaşından beri okuyorum, hâlâ okuyorum, kitâb okumadan duramıyorum,
gece gündüz okuyorum.
Bizim kitâblarımız çok kıymetli, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana
ait hiçbir yazı yok. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. Pırlanta yanında
cam parçası olur mu? Abdülhakîm efendi hazretleri bize hangi kitâbı
tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme
etdim.
Beni Ankaraya tayin etdiklerinde, Mübarek bana mektûb gönderirdi. Bir
mektûbunda; “Aziz Hilmi” diye yazıyor. Aziz ne demek; sevimli demek.
İçinde diyor ki, “Bir zamân gelecek, din bilgileri Hilmiden sorulacak.”
Evde saklıyorum o mektûbu. Şimdi bütün dünyâ bize soruyor.
Öğrendiğim her şeyi Abdülhakim efendi hazretlerinden öğrendim. Maddî
manevî, elime geçen her şey, Onun bereketiyle olmuştur.

(Arabî ve Farisî öğrenmesi):
Abdülhakim efendi hazretleri, senelerce bana arabca öğretdi. Şaşırırdım
arabcayı nasıl okuyorlar diye. Kur’ân-ı kerîm okuyoruz. Üstün, esre ve
ötre var. Ama arabca kitâblarda, üstün, esre yok ki. Nasıl okunur aklım
ermezdi. Mübârek, onları öğretdi bana. Benimle hususi ilgilenirdi.
Emsile, sarh, nahv okutup ezberletdi. “Bunu 1000 kerre okuyan hiç
unutmaz. Sen zekisin, 500 kerre sana yeter” buyururdu. Öğrendiklerimi,
yollarda, tramvayda hep okurdum, ezberlerdim. Gelince, Efendi
hazretleri, ezberlediklerini oku bakalım derdi. Okurdum, aferin derdi,
çok sevinirdi. Hoşuna giderdi. Hadi bir daha derdi. Birkaç senede
Arabcayı öğretdi, Fârisîyi de öğretdi. Hem Arabî, hem Fârisî öğretdi.
Ondan işitdiklerim aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum,
fakat efendiden işittiklerimi hiç unutmuyorum.
Mürşid olgun, mürid uygun olunca, ya’nî Mürşid, kamil ve mükemmil
(kemale erdirebilen), müridde de muhabbet ve istidat olunca, senelerin
işi sâatlere ve saniyelere döner. Mürşid-i kamilin bir bakışı yeter.
Diğer ilmlerde de aynı kaide vardır. Hoca, mahir ve müşfik olursa,
talebe de zeki ve çalışkan olunca öğrenilmeyecek hiçbir ilm yoktur.
Efendi hazretleri bize hususi emek verirdi, hususi birşekilde
ilgilenirdi. Abdülhakim efendi hazretlerine her gittiğimde yanına
oturturdu, elini elime verirdi, cebinden kağıt çıkarırdı, yazar yazar,
“Al bunu oku” derdi. Okurdum, okuyamazdım, yanlış okurdum, gülerdi
mübârek. Kendisi düzeltir, öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan bir
müddet, sadece elini tutturup sıktırmıştı.
İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni alırdı yanına,
sandalyeye otururdu mübârek, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu.
Elini uzatırdı, “Tut elimi” derdi. Tutardım. “Sık” derdi. Elini
sıkardım. Sıkardım… “Daha sık, daha sık” derdi. Sıkmakdan yorulurdum
efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zannederdim, gevşetirdim
elimi, çünki yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar, “Sık”
derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir? Onların
bütün vücudları zikr edermiş, Evliyânın bütün zerreleri zikr edermiş.
Mektûbatda var bu. Bütün zerreleri zikr eder diye yazılı. Biz bunu
sonradan öğrendik, Seadet-i Ebediyeye de yazdık bunu. Elini sıkdırıyor
ki, o zikr benim kalbimede sirayet etsin diye.

























Mesajı son düzenleyen prihana ( 20-12-09 - 19:44 )








Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm

Bir sene sonra ders okutmaya, arabca öğretmeye başladı bana. Millet
bahcede namaz vaktini beklerdi. Daha yarım saat varken, Mübarek beni
içeriye odaya alırdı, Arabî öğretirdi, sarfı nahiv öğretirdi. Cebinden
kağıt kalem çıkarır kendisi yazardı yazardı mübârek, bana verirdi, al
bunları oku ezberle derdi. Evvela kendi okurdu, okurken ben hareke
koyardım, hemen giderken yolda, tramvayda, ezberlerdim. Ertesi gün
gidince ne yapdın derdi, ezberledim efendim derdim. Oku bakayım derdi.
Bir okurdum aman ne hoşuna giderdi mübareğin. Hadi bakalım sana yeni
ders vereceğim derdi. Böyle arabi, fârisî öğretdi. Yoksa O kitâbların
ismini bile bilmiyordum. Okumak şöyle dursun, böyle şeyler varmıymış,
yokmuymuş haberimiz yoktu. Hatta türkçe kitâbları bile Ondan öğrendim.
Malumat-i Nafia diye bir kitâb vardı, al oku bunu fâidelidir buyurdu.
Biz onu şimdi bastırdık. Bir numaralı kitâbımız oldu, isminide “Fâideli
bilgiler” koyduk. Efendi hazretleri tavsiye etti bize onu. Hep Efendi
hazretleri'nin methetdiği, tavsiye etdiği kitâbları bastırdık. O
büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. “İnde zikrissalihin
tenzilürrahme”, hadîs-i şerîf bu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi
vesellem ne buyuruyor, Allahü teâlânın sevdiklerinin, Evliyâlarının ismi
bir yerde söylenirse oraya rahmet yağar.
1929 senesi daha onsekiz yaşında idim. Yedi sene devamlı gitdim. Bazan
sabah namâzında giderdim, yatsıya kadar ayrılamazdım. Yemek
vakitlerinde, Şakir efendi ile haber gönderir, Hilmiyi çağırın derdi.
Masada tam karşısına otururdum. Abdülhakim efendi hazretlerinin yanında
dünyayı unuturdum, yanından ayrılamazdım, sohbetinden çıkınca, dışarıda
dünyayı yeniden görüyor gibi olurdum. Ne tatlı günlerdi. Allah onların
sevgisinden ayırmasın bizi. Zaten onlar bir insanı severse, o da onu
severmiş. Bizim ev Fatihde idi. Eyyûbsultandan vapurla köprüye
gideceğim. Köprüden tramvayla Fatihe gideceğim. Son vapuru beklerdim.
Bakardım, “Son vapurun kalkmasına yarım saat var” derdim, “5-10 dakika
daha oturayım” diye düşünürdüm, ayrılamazdım. Bir de bakardım, 10 dakika
var. “Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakikada giderim” diye
düşünürdüm. “5 dakika daha otursam kârdır” derdim. Bir de bakardım 5
dakika var, “kalkmıyacağım ne olursa olsun” derdim. İskeleye gidince
bakardımki, vapur kalkmış, yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fatihe
giderdim. 5-10 dakika diyerek , vapuru kaçırırdım, başka vasıtada yoktu.
Gece yürüyerek giderdim. Mübârek, bana arabcayı, farscayı öğretdi.

Efendi hazretleri nereye gitse, ben de peşinden giderdim. Bazan herkes
bahçede oynarken, ben Efendi hazretlerinin dizinin dibinden ayrılmazdım.
Efendi hazretlerinden hiç duymadığım şeyleri duyardım, defterime not
eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de benden
değildi. Beni Kendisi cezb ederdi. Yâni cezbetmek de Efendi
hazretlerindendi. Sanki elli sene sonrasını, bu günleri görmüş gibiydi.
Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Efendiden hiç
ayrılmazdım, her hareketine dikkat ederdim ve hep onu dinlerdim. Bir
dakîkanın boş geçmemesi için çırpınırdım, her fırsatta yanına giderdim.
Başka camilerdeki vaazlarınada giderdim.
Arabî ve Farisî okutmadan evvel, bazı türkce kitablardan ders verdi.
Sonra arabî ve farisî okuttu. Emsile, avâmil, simâ'î masdarlarını, emâlî
kasîdesini, Mevlânâ Hâlid dîvânını, İsaguci denilen mantık kitâbını
ezberletti. Bir şey öğretmediği birgün olmamıştı. İmâm-ı Begavî'nin
"Kazâ-kader" hakkındaki yazısının, Arabî'den Türkçeye tercümesini
yaptırdı bana. Gece evde yazdım, ertesi gün götürdüm. "Çok iyi, doğru
tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye
kitabının 412. sayfasındadır). Bir gün bahçede kanepede oturuyorduk,
başını kaldırdı; "Beni dinleyen kazanır, ama dinleyen yok" buyurdu.
Sonra ilave etdi; “Ama sen dinlersin, değil mi” buyurdu. Evet efendim
dedim. Subay olduğum halde yüzüne bakamazdım. Hep önüme bakardım. Efendi
hazretlerinin yüzüne baktığım vaki değildir benim. Kalbi kırılır diye
korkardım, üzülecek diye ödüm patlardı. Efendi hazretleri, mübârek,
çekti kurtardı bizi. Din ve dünyâ seadetini verdi.
Öyle ni’metler içerisindeyiz ki... Dünya ve ahiret ni’metleri içinde
yüzüyoruz. Hep bunlar Efendi hazretlerinin bereketidir. Bütün
kazandıklarımız Abdülhakim efendi hazretlerinin bereketi ile olmuştur.
Allahü teâlâ inşâallah âhırette de huzurlarından ayırmaz bizi. Hadîs-i
şerif müjde veriyor. “El mer’u mea men ehabbe.” insan, dünyâda kimi
severse, âhırette onun yanında olacak. Biz de Onları seviyoruz. Bu
sevgiyi de bize veren gene onlar. Sevgi yukarıdan aşağıya gelir. Onlar
kendilerini sevdirdi. Biz sevmeyi bilemezdik. Zaten ilk gördüğümde
talebeydim.

Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındaki, "Kazâ-kader" hakkındaki
bilgi;
Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü
teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın
meleklere ve din sâhibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile
açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması,
kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ,
insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacakdır. Bir kısmı
da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden
“radıyallahü anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda
yürüme!) buyurdu. Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr
sordu. Bu def’a: (Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden
sakladı) buyurdu.)

Yıldızları takması ve bazı mühim müjdeler alması:

1993 senesinin şubat ayının 6 sında (14 şaban 1413) Berat kandili
vesilesiyle, Fatih’deki seadethanelerine, kandil ziyareti için
gittiğimizde, huzurlarıyla şereflenme seadetine kavuşmuştuk. Mübarek
hocamız o gün buyurdularki; Abdülhakim efendi hazretlerini tanımak,
Allahü tealanın bana en büyük lûtfu olmuştur. O'nun yanında dünyayı
unuturduk. Ömrümün en zevkli dakikaları O'nunla beraber olduğum
zamanlardır. Bana çok müjdeler verdi. Mesela; Ben evleneceğim zaman,
Efendi hazretlerine, Ben evlenmek istiyorum dedim. Efendi hazretleri de
“Kiminle evleneceksin” buyurdu. Ben de, “Siz kimi emr ederseniz, onunla”
dedim. Efendi hazretleri sevindi. “Öyleyse sen Ziya Beyin kızıyla
evlen” buyurdu. Bu benim için bir müjde oldu. Çünki Ziya bey'e hususi
sevgisi vardı. Herkes ençok Ziya bey'i sevdiğini bilirdi. Hatta bir gün
Efendi hazretleri ellerini kaldırdı, “Yâ Rabbi Ziya kulunun bana
yapdıklarına karşılıkda bulunamıyorum. Onun mükafatını sen sonsuz rahmet
hazinelerinden ver. Onu sana havale etdim” diye düâ etdi. Biz
evlendikten sonra, Efendi hazretleri bizim hanıma, “Hilmi’den
memnunmusun” buyurdu. Bizim hanım da, memnunum dedi. Efendi hazretleri;
“Sen benim hem kızımsın, hem gelinimsin” buyurdu. Bu da benim için çok
büyük bir müjde oldu. Sen benim gelinimsin ne demek? Hilmi benim
oğlumdur demek. Bu sözün ma’nâsı budur. Ben bu müjdeyi aldım,
elhamdülillah. Bunlar yadigar haberler. Bunları kitâblar yazmaz, kimse
de bilmez. Elhamdülillah, çok büyük müjde aldım Efendiden. Bir müjde de,
daha önce almışdım. 1932de eczacı subayı çıkdım. Yıldızları takdım,
sırmalı elbise giydim. (Sırmalı elbise vardı o zemân, şimdi yok. Sırma
ve yıldızlar yakaya takılırdı, şimdi sadece omuza takılıyor). Sırmanın
üzerindeydi yıldızlar. Yeni elbiseleri giydim, doğru Efendi hazretlerine
gittim. Yirmibir yaşındaydım o zamân. Gitdim bakdım câminin önünde
oturuyor. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı mübârek. Hasır bir
koltukda oturuyordu, bende yerde oturdum. Kimse yokdu başka. Câmi’nin
sofasında, Efendi hazretlerine hizmet eden Şakir efendi vardı sadece.
Şakir efendi kim biliyormusunuz.. Efendi hazretleri Vandan İstanbula
hicret ederken çok sıkıntı çekmişler. 1919 da, Birinci cihan harbinin
sonlarında, Ermeniler birçok müslimânları kesmişler. Ermeniler,
Ruslardan aldığı silahlarla müslümân köylerini basmışlar. O zaman Efendi
hazretleri, yüzelli kişilik kafilesini alarak hicret için yola çıkıyor.
Evvela Iraka, Musula, Musuldan Adanaya, Adanadan Eskişehire,
Eskişehirden de İstanbula geliyor mübârek. İstanbula gelene kadar otuz
kişi kalmışlar. Yaya olarak, aç, susuz, para yok. Ne sıkıntı çekmişler.
Efendi hazretleri İstanbula gelirken Eskişehirde de kalmış.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm

Abdülhakîm askerdeyken, Eskişehire gitdim. Eskişehirde bir câmiye
gitdim. Kurşunlu câmi’ine. Yaşlı birisine sordum. Abdülhakîm efendi bu
câmiye de geldi mi dedim. Bu câmi’de kaldı. İşte şu odalarda
kalıyorlardı dedi. Hatta, oğlu Enver vardı. Burada vefat etdi. Cenazeyi
kaldıracak paraları da yokdu. Sabahleyin cemâ’at gelsin de, cenazeyi
kaldırsın diye sabaha kadar oğlunun başında bekledi. Çok sıkıntılar
çekdi. Hiçbir baba, onun yapdığını yapamaz dedi. Ermeniler çok müslimân
kesmişler o zaman. Oğlu Mekki efendi anlatırdı, “Hicret ederken gencecik
kadınlar, çocuklar yürüyorlar. Dinlenmek yok, arkadan ermeniler
kovalıyor. Kadınlar, çocuklarını taşıyamaz hale gelip, bir ağaç altına
bırakıp yoluna öyle devam edermiş. Kadınların elinde, kucağında,
karnında 7-8 tane çocukları var. Eşya da var. Yorulunca eşyaları
atıyorlar, çocuklarıda taşıyamaz duruma gelince, arkadan gelen daha
güçlü birileri alsın diye bazı çocuklarını ağaç altına mecburen
bırakırlarmış, bırakmazlarsa zaten kendileride ve diğer çocuklarıda
ölecek.. Hep böyle ağaçların altında, kundakda veya bir iki yaşında
yatan çocuklar görürdük diyor. Anaları kucağında taşımış çocuğunu, fakat
oraya gelinceye kadar yorulmuş kadın. Çocuğu taşıyacak hali kalmamış.
Çocuğu götürse kendisi düşüp bayılacak. Mecbur oluyor, böyle ağacın
altında bırakıyor.” diyordu. Önceki gidenlerden birinin ağaç altına
bırakdığı bir çocuğu Efendi hazretleri bulmuş, acımış, yanına almış,
getirmişler İstanbula. İşte Şakir efendi o kişi. O Şakir efendi,
Efendi hazretlerine hizmet ederdi. 1932 de onbeş yaşındaydı o zamân.
Ben Efendi hazretlerinin yanında yeni subay elbilelerimle otururken,
Şakir efendi kapıyı açdı içeriye girdi. Daha beni öyle görünce “Ooo,
Hilmi abi sen subay mı oldun, Aman da subay elbisesi ne kadar yakışmış
sana” dedi. Bu sefer de döndü Efendi hazretlerine, “Efendim baksanıza
Hilmi abiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi
efendim” diyor. Efendi hiç cevab vermiyor. “Efendim bir kerre baksanıza
Hilmi abiye ne olmuş?” dedi. Bu sefer Efendi ona döndü; ”Sen Hilminin
yıldızlarını yeni mi görüyorsun, Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı”
dedi. Hakikaten ben Efendi hazretlerini onsekiz yaşında, üç sene evvel
gördüm. Aman ne hoşuma gitdi. Demek ki, Efendi hazretlerini görmek,
hakiki yıldızı takmakmış (kabûl edilmekmiş). Bu benim için en büyük bir
müjde oldu. Hem, "O yıldızları onsekiz yaşında takdı" dedi, hem de bizim
hanıma "Sen benim gelinimsin" dedi. Müjdedir bunlar. Bu iki müjde bana
yeter.

Efendi hazretleri bana yazdığı bir mektubda “Sevilen” kelimesinin başına
“pek çok” koymuş, “pek çok sevilen" olmuş. Sevilen deseydi kâfîydi, ne
büyük müjde. Bunlar kalbinden gelmese yazmaz. Kalbinden geliyor bunlar
mübareğin.

Bunları söylemekden maksadım, büyükler buyuruyor ki; “İnde zikrissalihîn
tenzilürrahme” Allahü teâlânın sevdiği kullarının ismi konuşulursa
oraya rahmet yağar. Efendi hazretlerinin ismini, rahmet yağsın diye
söyledim kardeşim.

Çarşamba günleri sütlüce sohbetleri:

Kıymetli ömürlerinin son senelerini yaşadıkları, sarıyerdeki
seadethanelerine, aradabir cuma ziyaretine gitmekle şereflenirdik. Bu
vesile ile cuma namazınıda beraber kılar, kalblere şifa olan mübarek
sohbetleri ile bereketlenirdik. Mücahidler babası buyurdukları, (babam)
Muammer dede’yi, pek sevdikleri için, cuma günleri huzurlarında görmek
isterlerdi. Gelemediği günlerde, Muammer bey bugün yokmu buyururlardı.
Babam’da her cuma mübarek hocamızın huzurlarında bulunmayı âdet haline
getirmişti. Bu vesile ile babama tufeylî olarak, sık sık cuma günleri,
mübarek hocamızın huzurları ile müşerref olurduk. Seadethanelerine ilk
gelen birisi varsa, tam karşılarında bulunan sütlüceyi, 60 sene kadar
evvel, mübarek hocası Abdülhakim efendi hazretleri ile sütlücedeki
hâtıralarını, (çoğu kere gözyaşları ile) öyle kalbden anlatırlardı ki,
Ogünleri yaşıyor gibi olup, herkeside çok kolay bir şekilde yarım asır
evveline götürüp, Ogünlerdeki tatdıkları zevki, sevdiklerinede
tatdırırlardı. Sütlüce hatıralarını Mübarek hocamızdan çok defalarca
dinlemek nimeti ile şereflenmiştik.
Mübarek hocamızın sohbetleri okadar tatlı, okadar zevkli, okadar têsirli
idi ki, dinlediklerimiz, beynimize kayd edilirken, aynısı kalbimizede
kopyalanırdı. Dolayısıyla, O’ndan işittiklerimizi seneler sonra bile
çok kolay hatırlayabiliyoruz, yani unutmuyoruz. Mübarek sözleri
kalblerimize öyle nakış nakış işlenirdiki, mermere yazılan yazı gibi,
seneler sonra bile silinmiyor. Temiz ruhlarının aynası olan
sohbetlerini dinleyenler, kendi kalblerinin rahatladığını hisseder, bir
gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp mest olan bîçareler gibi sevinc’e
gark olurlardı. Koyu karanlık bir gecede, bir ziya menbaına malik olan,
bir ışığa malik olan bahtiyarlar gibi rahat olurlardı. Mübarek hocamızın
sözlerinde öyle değişik lezzet ve tat vardı ki, tarifi mümkün değil.
Bazı şeyler vardırki anlatmakla anlaşılamaz, o hâl yaşamakla anlaşılır.
Mübarek sohbetlerinde bulunanların dünya ile ilgisi kesilir, sanki
cennet hayatı yaşıyor gibi olurlardı. Dışarıya çıkınca ancak, dünya
varmış diye hatırlanırdı. Sohbetlerinde bulunanların kalblerinden dünya
sevgisini yavaş yavaş, hissettirmeden çıkarırlardı. Cenab-ı Hak, hak ile
bâtılı tefrik eden nûru, Bu mübarek Zâtın kalbine ihsan buyurmuş.
Sohbetlerinde bulunanlar ve eşsiz hazine olan eserlerine kavuşanlar, bu
nur’dan kırıntılara kavuşurlar.

1994 senesinin nisan ayının 8.günü, gene bir cuma ziyareti için
gittiğimizde, Abdülhakim efendi hazretlerinin talebelerinden hayatta
kalan birkaç zevât-ı kirâm’da misafir olarak gelmişlerdi: O gün mübarek
hocamız buyurdularki;
Efendim burası Sarıyer, karşı sahile Sütlüce diyorlar. Yaz gelince,
çarşamba günleri boğaz gezisine çıkardık. 60 sene evvel oraya,
sütlüceye, Abdülhakîm efendi hazretleri ile giderdik. Orası şimdi
askeriyenin. O zamân serbestdi. Vapur iskelesi de vardı. Sütlüce
iskelesi denirdi oraya. Şimdi o iskele yok. Köprüden binerdik vapura,
sütlüce iskelesinde inerdik. Yüz metre kadar yürürdük. Karşıki beyaz
binalar 50-60 sene evvel Kur’an-ı Kerim mektebi idi. Onun yanındaki
ağaçların altında otururduk, üst tarafındaki set üstünde de hanımlar
otururdu. Orası mesire yeri idi, yabancılarda gelirdi oraya. Orada
ağaçların altında yirmi otuz kişi otururduk, sohbet ederdik. Neler
anlatırlardı neler. Efendi hazretleri orada Şevahid-ün-nübüvve’den ders
verirdi, sonra denize girerdik, yemekler yenirdi. Ağaçların altında
masalar, sofralar kurulur, kebaplar, balık kebapları yapılırdı. Aman ne
tatlı, ne tatlı günlerdi Ya Rabbi. Maddi manevi rızklanırdık orada.
Şimdi hayali kaldı. O günleri hatırladıkça ağlamamanın imkanı yok. O
ağaçların üstündeki tepede de Yûşa hazretlerinin kabri var. O günler, şu
an gibi gözümün önünde. Hiç unutmuyorum.

Sabahtan birkaç kişi giderler, hazırlık yaparlardı. Rahmetli terzi
Mustafa efendi, Mustafa kaptan, Cevat bey erken giderlerdi. Daha
sabahdan balık kebabı yaparlardı, kızartma yaparlardı, masaları
kurarlardı, sofraları hazırlarlardı. Biz de Efendi hazretleri ile
beraber öğleden sonra gelirdik ki sofralar kurulmuş, her şey hâzır.
Yemekler yenirdi, çok tatlı sohbetler olurdu orada. Çaycı da Hâlid
beydi, Allah rahmet eylesin. Biz öğleden sonra Efendi hazretleri ile
Vapurla giderdik. Vapurun üst katında arka tarafına otururduk. Mübârek
vapurda bile ders verirdi bana. Hiç unutmam. Geçen gün evde bir kağıt
gördüm. Baktımki, vapurda yazdığım kağıtlardan... Kunut duâsı. “İnnâ
nesteînüke..” . 1929 senesinde, vapurda yazmışım onu. Efendi hazretleri
bana onun ma’nâsını anlatmış, bende kağıda yazmışım. Kunut duâsını
vapurda öğretdi bana mübârek. Vapur çok kalabalık olurdu. Tâ galata
köprüsünden sütlüceye kadar, kimse ile konuşmazdı, hep bana anlatırdı.
Anlatır, anlatır, ben de yazardım. Birkaç dâne defterim var böyle. Hep
Efendinin buyurduklarını yazmışım. Fırsat bulunca size o defterleri
okuyayım inşallah. Elhamdülillah, ne büyük ni’met, ne büyük seadet bir
Evliyâyı tanımak. Onları sevmek, en büyük dünyâ seadetidir.
Elhamdülillah ki, seviyoruz onları. Görmek şart değil ki, Onlar dünyânın
bir ucunda bulunsalar yine haberdar olurlar.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm

Karşıki tepede Yûşâ hazretlerinin kabri var. İşte tam onun altında
Efendi hazretleriyle oturduğumuz ağaçlar var. Orada mübârekle evvela
nemâz kılardık. Aşağıda erkekler otururdu. Yukarıda da set üstünde
kadınlar otururdu. O set üstü de kadınlara mahsus idi. Yabancı
kadınlarda olurdu orada.. Bizim rahmetli kayınvalide Sueda hanım da
orada otururdu. Dedi ki bize; Heybeli adadaki rum mektebinden gelen
tahsilli kadınlar vardı dedi. (Rum papazlar, orada okurlar. İstanbulun
en zengin kütübhanesi orasıymış efendim. Süleymaniyeden daha çok kitâb
varmış. Hep eski çağlardan kalma rumca, eski romadan kalma. Osmanlılar
hiç dokunmamışlar. Bakın Osmanlı medeniyetine. Osmanlının yerine rumlar
olsa yağma ederlerdi). Yukarıda, o arada oturan kadınlar bakmış ki
aşağıda bir kalabalık var. Herkes birisinin etrafında toplanmış. O
birisi birşeyler anlatıyor, diğerleride de dinliyorlar. Merak etmişler,
iki üç dâne rum kadını biz de gitsek dinlesek olurmu acaba demişler.
Onlarda inmişler aşağıya, Efendi hazretlerinin yanına gelmişler. Efendi
hazretleri kendinden geçmiş, Mektûbât okutuyordu o zaman. Rum kadınlar
gelmişler, Efendi hazretleri otururken bunlar da yanı başında ayakta, on
onbeş dakika dinlemişler. Çok hoşlarına gitmiş. Sonra çıkmışlar
yukarıya, demişler ki; “Çok büyük âlim, çok derin felesof, felesof”
demişler. Efendi hazretleri için; “Neler biliyor, neler biliyor, derya”
demişler. Kimbilir, mübârek ne anlatıyordu, onlar gelince, onlara göre
birşeyler anlatmışlardır. O büyükler kalb mütehassısıdır. Anlarlar,
muhataba göre anlatırlar. Efendi hazretlerinin orada oturmaları gözümün
önüne geliyor. Bizim kayınpedere çoğu zaman Şevahid-ün-nübüvve kitâbını
okutur, kendisi de izah ederdi. Molla Abdurrahman Câmî hazretlerinin
Şevahid-ün-nübüvve kitâbını bastırmak bize nasîb oldu elhamdülillah.
Bizim kayınpederi çok severdi, ona okuturdu, kendileri de izah
ederlerdi.
Sohbetten sonra, bazanda balık kebabından sonra, Efendi hazretleri,
isteyenler denize girsin diye izin verirdi, müsaade ederdi. Herkes,
diğer talebeler edebinden denize girmek için biraz uzağa giderlerdi,
Efendi hazretlerinden utanırlardı. Efendi hazretleri yalnız kalırdı.
Bizim kayınpeder evden Efendi hazretleri için havluları, hamam
takımlarını getirirdi, Efendi hazretleri de denize girerdi. Fekat hizmet
etmek için de birisi lâzım. Bana, “sen gel” buyururlardı. Denize
beraber girmek için Efendi hazretleri benim elimden tutardı. Efendi
hazretleri ile beraber peştamal ile denize girerdik. Orası kumdur, bizim
girdiğimiz yer sığ’dı, biraz gider el ele tutuşup kumların üstüne
otururduk. Su göğüs hizasına kadar gelirdi. Başımız suyun dışında
kalırdı. Vapur geçince, bazan dalga gelince suyun içinde kalırdık. Sular
üstümüzden geçerdi. Efendinin mübarek sakallarından ip gibi sular
akardı. Ben suları alıp Efendi hazretlerinin sırtını ovardım. Efendi
hazretleri ile denize girince, “gel bakalım ders yapalım” derdi. Denizde
bile boş vakit geçirmezlerdi. Birkeresinde “İza zülziletil erdı
zilzaleha” sûresinin tefsîrini yapdılar. Yarım sâat sürdü. Buyurmuşduki;
“Su içinde, denizde ders yapmak hoş olur, güzel olur. Çünki Abdülhalîk
Goncdüvânî hazretlerine Hızır aleyhisselâm havuzda ders verirdi”.
“Abdülhalık-ı Goncdüvânî hazretleri havuzda iken Hızır aleyhisselâm
gelir, tesavvufdan bazı ince bilgileri öğretir, zikir telkin ederdi.
(Türkistanda deniz yok tabii, büyük havuz var). Onun için denizde
bunları okumak, Hızır aleyhisselâmın sünnetidir “derdi. Efendi
hazretleri ile çok güzel vakt geçirdik. Orada yukarıda da Yuşa
Peygamberin kabri var. Tabii onun kabri olduğu kat’i değildir. Bazı
arabî kitâblarda, onun kabri Nablus şehrindedir diyor. Fekat ne olursa
olsun, onun kabri olmasa bile makamı olur. Hiç değilse münasebeti var.
Çelebi Mehmed zemânında sadrazam olan Ziya paşa, oradaki mescidi
yapdırmış. Müslimânlar da kabrini yapdırmışlar şefaat etsin diye. O
zemânın insanları uzunmuş. Uzun bir kabr var orada.

1939 senesiydi, sütlüceye gittiğimiz birkeresinde, Efendi hazretleriyle
beraber 10-15 kişiydik, Anadolu kavağına gittik. İskeleden çıkıp,
Camiden ileriye doğru gidince kumdöken suyu var. Orada kahvehane vardı.
Kumdöken suyunun yanında hasırlar serildi, namaz kıldık, sohbet ettik.
Kumdökene o sıralar, birkaç kere daha gittik. Ne güzel günlerdi Ogünler…

Buradan hergün Efendi hazretleri ile ozamanlar oturduğumuz yerlere
bakıyoruz, o günleri hatırlıyoruz. O büyüklerin basdığı topraklara
bakmak, O büyüklerden istifade etmeğe, feyz almağa sebep olur. Efendi
hazretlerinin rûhaniyeti orada vardır. Velîlerin bulunduğu yerlerde
kıyamete kadar rûhlarının irtibatı vardır. Oranın üst tarafında da Yûşâ
aleyhisselâm var. Onunda rûhu bizi seyrediyordur. Böyle mübârek bir
yerdeyiz. Velîlerin rûhu, anıldığı yere de gelir. Hem, Efendi
hazretlerinin rûhaniyeti de var karşıda. Onların rûhaniyeti bin sene
dahi devam eder. “Şeâir” denir ona. Meselâ Sakal-ı şerîf böyledir.
Bindörtyüz seneden beri mübârek Sakal-ı şerif öyle kullanılıyor. Efendi
hazretleri vefât edeli şimdi elli seneyi geçdi. Altmış sene evvel orada
oturuyorlardı. Basdığı yerlerde, hatta bakdığı yerlerde gözlerinin nûru
vardır şimdi Onların. Severek kim bakarsa oradan feyz alır efendim.
Onların basdığı yerde feyz vardır. Sözlerinden olduğu gibi
hareketlerindende istifade edilir O büyüklerin. Büyükler buyuruyorlar
ki: “Lîsan-ı hâl, lîsân-ı kâlden entakdır.” Ya’nî, hâl ile anlatılan,
söz ile anlatılandan daha te’sirlidir. Lîsân-ı hâl derler ona. Çok
te’sirlidir. Cenâb-ı Hakkın lütfu, Efendi hazretlerinin himmetleri ile,
elhamdülillah bize nasîb oldu burası. Onlar o zamân orada otururken
görmüşlerdir bizim burada oturacağımızı. Ruhlar için zamân yok çünki.
Zaman bu dünyâda var. Rûh âleminde zaman yokdur. Peygamber efendimiz
Mîrac gecesinde hazret-i Osmanın (radıyallahü anh) koşa koşa cennete
girdiğini gördü. Halbuki hazret-i Osman kaç bin sene sonra cennete
gidecek. Ama Peygamber efendimiz mîracda gördü onu. Onlar için zaman
yok. Onun için efendim, Onlar buraları görmüşlerdir. İşin esası sevgi,
muhabbet kardeşim. Peygamber efendimiz; “Kişi kimi severse onunla
beraber haşrolunur” buyuruyor. Ne demek sevmek, Onun yolunda olmak, Onun
sevdiklerini sevmek. Çok şükr Rabbimize, elhamdülillah. Tam Efendi
hazretlerinin hayatını yaşamaya ehemmiyet veriyoruz, dikkat ediyoruz
kardeşim inşaallah. “El mer’u mea men ehabbe” Müjdedir bize. Hadîs-i
şerîf bu. Herkes, dünyâda kimi seviyorsa âhıretde onun yanında olacak.
İnşaallah, âhıretde o büyüklerin yanında olacağız efendim. (Bırakmazlar
inşaallah.) Kerim, kereminden vaz geçmez efendim. “Men dakka bâbel kerîm
in fetehâ.” Efendiden işitdik bunu. Kerimin kapısını çalarsanız
muhakkak açılır. İhsan kapısıdır o. Onlar isteyene verirler..

Tıb fakültesinden eczacılığa geçmesi:

1998 senesi ocak ayının 23 ünde, cuma gün, aynı zamanda kadr gecesi idi.
Sarıyere Mübarek hocamıza ziyarete gittiğimizde, Huzurları ile
şereflenmiştik. Cuma namazını beraber kıldıkdan sonra, sesli olarak dua
ediyorlardı; “Sen bizi şeytan şerrinden ve düşman şerrinden ve nefs-i
emmâremiz şerrinden muhafaza eyle, evlerimize iyilik ver, halâl ve
hayrlı rızklar ihsan eyle yâ Rabbi. Hastalarımıza şifa, dertli
olanlarımıza deva ihsan eyle yâ Rabbi. Sen bizleri yevm-i cum’anın ve
leyle-i kadrin şefaatine, bereketine nâil eyle yâ Rabbi. Yevm-i cum’a
hürmetine, leyle-i kadr hürmetine, günâhlarımızı afv eyle yâ Rabbi,
Cennetde de Cemalinle müşerref eyle, kusurlarımızı afv eyle yâ Rabbi”…
diyerek dua ediyorlardı. Duadan sonra, istiğfar okudular ve
buyurdularki; “Bu istigfâr düâsı çok mühimdir. Bu istiğfar okunan yere,
orada oturan insanlara, hepsine rahmet-i ilâhî nâzil olur. Allahü teâlâ
hepsinin muradlarını ihsan eder, günâhlarını afv eder. Oturduğu yerler
kıyamet gününde şefaat eder. Geçdiği sokaklar şefaat eder diyor Molla
Nâmık-i Câmî hazretleri. Onun için istigfâr düâsını her gün okumalıdır
efendim” buyurdular. Her zamanki gibi, Abdülhakim efendi hazretleri ile
hatıralarından anlattılar.

Buyurdularki; “Askerî liseyi bitirmiştim, talebeleri sınıflara
ayırıyorlardı, harbiyeye gidecektik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana,
sen ne olmak istiyorsun dediler. Ben tıbbiyeye gideceğim dedim. Hay hay
zâten senin gitmen lâzım dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 1,5 sene
tıbbiyede okudum. Birinci sınıfa f.k.b. diyorlar. Fizik-kimya-biyoloji.
Birinci sınıfta bunları okuduk. Üniversite olduğu için, başka
memleketlerden de (rum, bulgar) birkaçyüz talebe vardı. Tıbbiye birinci
sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfa
birincilikle geçdim. İkinci sınıfta da sınıfın birincisiydim. Sene
ortası oldu, bir sömestre altı ay kadar anatomide yalnız kemikleri
okuduk, birçok Latince kelimenin hepsini ezberledik. Kemik vizesinide
verdim. Profesör de Moşe isminde bir Fransız idi. İkinci sömestrede
kadavra dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip baktım.
Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırıl-çıplak ölüler var.
Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar, talebeler onların üzerinde
öğrenecekler. Ellerine de bıçak veriyorlar, kesip insan vücûdunda neler
var, öğrenecekler. İkinci sömestre bunları okuyacağız. Her hafta Efendi
hazretlerine giderdim. Efendinin sözlerine bayılırdım, bir şeyler
söylesede dinlesem derdim. Efendiyi dinlemek çok hoşuma giderdi. Sene
ortasında sömestre tatili olunca, o hafta Efendi hazretlerine
gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Bende yanına oturdum. Baş başa ikimiz
yalnız olarak oturduk. Bana ne okuduğumu sordu. 1,5 senedir tıbbiyede
okuyorum da, sormadı mübârek, ogün sordu. “Sen ne okuyorsun?” dedi.
Kadavra dedim. Ölüleri keseceğiz, ölülerin içinde ne var, ne yok,
sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz dedim. Efendim, tıbbiyeyi
bitireceğim, altı sene sonra doktor olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım
dedim. “Öyle mi...” dedi Efendi hazretleri. “Ben sana bir şey söylesem
dinler misin” dedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:21 pm

Elbet efendim, baş üstüne dedim. “Sen doktor olma, sen eczacı ol,
eczacıya geç” dedi. Baş üstüne efendim dedim. Fakat, ben askerî
talebeyim. Askeri talebeleri kendi kendine geçirmezler, Ankaradan
müracaat edeceğiz, ayrıca ben sınıfın birincisi olduğum için, beni
geçirmezler eczacıya dedim. “Sen bir müracaat et, istida ver, Allah
kerimdir” dedi. Eve gelince söyledim. Annem, ablalarım kıyameti
kopardılar. Biz doktor bey istiyoruz, eczacı parçası istemiyoruz
dediler. Ben karar verdim, eczacıya geçeceğim dedim. Annem bayıldı.
Neyapacağımı şaşırdım. Ozaman süleymaniyede, üniversitenin duvarlarına
bitişik barakalar vardı. Askerî talebeler o barakalarda kalıyordu.
Eskiden Bekir ağa bölüğü imiş oralar. Bende orada kalıyordum. Onun için
sık sık Süleymaniye camiine sabah namazına gidiyordum. Ogün sıkıntılı
bir şekilde neyapacağıma karar veremiyordum. Sabah namazına hiç kimse
gelmeden, erkenden camiye gideyim, bahcede bekleyip, camiye ilk gelene
danışayım diye düşündüm. Erkenden sabaha karşı, Süleymaniye camiine
gittim, biraz sonra iri yapılı bir bey geldi, daha imam ve müezzinde
gelmemişti. İlk gelene sordum, “Efendim ben tıbbiyede okuyorum,
mektebinde birincisiyim. Hocam eczacılığa kaydını naklettir diyor, annem
de doktor olacaksın diyor, ben ne yapayım” dedim. O zât; “Evladım senin
hocan kim” dedi. Bende; Abdülhakim efendi hazretleri dedim. O zât,
“Evladım sen hakiki bir büyük bulmuşsun, böyle bir hocanın bir sözüne
bin ana fedâ olsun, hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma”
dedi. Meğer O zât Cevad beymiş. Onun için Cevad bey benim ilk mürşîdim
oldu. Cevad bey, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir paşa
idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen
istida (dilekce) verdim.
Ankaradan cevab geldi ki; “Sınıfın birincisidir, çalışkandır bunu
eczacıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz” diye cevab geldi. Ya’nî
reddetdiler beni. Efendiye gitdim. Efendim, böyle böyle izn vermiyorlar
dedim. “Tekrar istidâ ver” buyurdu. Ben tekrar dilekçeyi verdim, nihayet
kabûl edildi, eczacıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene
birincilikle geçtim. Efendi hazretleri lisan öğrenmeye çok ehemmiyet
verirdi, Arabîyi, Farisîyi çok iyi bildiği halde, Avrupa dillerinide
bilsem, daha çok hizmet ederdim buyururdu. Onun için, Eczacılıkta
okurken, Fransızcamı ilerleteyim diye beni, Parisde çıkan Fransızca (Le
Matin) gazetesine abone yaptırdı. Böylece ben Fransızcamı ilerlettim.
Hadîsi şerifde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem; “Bir
kimse herhangi bir milletin lisanını bilirse onların hilesinden
kurtulur” buyurdu, derdi. Onun için Fransızca öğrenmeğe beni teşvik
etti. Hattâ, daha sonra ben Genelkurmayda almanlarla çalışıyordum.
Efendi hazretleri; “Alamanlarla çalışda alamanca öğrenme! öyle şey
olurmu, alamancada öğren” dedi bana. Eczacı mektebini birincilikle
bitirince, Gülhane hastanesinde bir sene staj yaptım. Stajıda
birincilikle bitirince, üsteğmen rütbesiyle, askerî tıbbiye mektebine
müzakereci olarak tayin edildim.

SİLSİLE-İ ALİYYE

Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî,
irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.
Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna,
çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.
Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında,
dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.
Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu,
nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî.
Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc,
çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.
Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sedef,
andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.
Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi,
Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir envâr-ı rahmânî.
Ubeydüllah-i Ahrâr ve kâdî Muhammed Zâhid,
Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî ile Bâkî.
Bütün bunlardan gelen, nûrlara kendi de katıp,
cihânı aydınlatdı, imâm-ı Ahmed Rabbânî.
Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr,
ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî.
Feyz verdiler sırayla, sonra bu nûru Abdüllah,
Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî.
Hem seyyid-i Sâlih de, kardeşin yerini tutup,
Büyük bir Velî oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.
Bu otuzüç Velînin, kalbleri bir ayna gibi,
yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.
Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede,
ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.
İslâmın düşmanları, binbir hîleyle aldatıp,
îmândan ayırırken, nice yüzbin müslimânı.
Vandan doğan o güneş, İstanbulda, senelerce,
ışık saldı durmadan, kurtardı dinle îmânı.
Ankaranın toprağı, binüçyüzaltmışikide,
cem’i zıddeyn yaparak, şâd etdi Hâcı Bayrâmı.
Düâ edeceğin zemân, Silsileyi oku hemân!
Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i ilâhî.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:21 pm






[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
C: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi
(rahmetullahi aleyh)



























Kimya fakültesinde okuması ve yeni bir buluşu:

Eczacı mektebi bitince bütün eczacılar anadoluya tayin edildi. Âdet öyle
idi. Harb okulunu bitiren anadoluya tayin edilirdi. Benim arkadaşlarımı
da anadoluya tayin etdiler. Beni İstanbulun ortasında, tıbbiye
mektebine müzakereci subayı tayin etdiler. Görülmemiş bir şey oldu bu.
Hatta birkaç sene sonra tıbbiye mektebinin eczacısı, binbaşı tekavüd
oldu. Onun yerine gelen binbaşı, bir paşadan bahsetti, “bu paşa neyin
oluyor” dedi. “Amcan mı, dayın mı?” dedi. Ben tanımıyorum öyle birisini
dedim. Dedi ki; Sen ne diyorsun! Sizin tayininiz yapılırken, ben
yapardım tayinleri. Ben o zemân personel dairesinde sıhhiye şubesi
müdürüydüm. Bütün doktorların, eczacıların tayinlerini ben yapardım.
Senin İstanbula tayinin için iki kerre benim ayağıma geldi. “Hilmi’nin
işi ne oldu, Hilmi’nin işi ne oldu?..” dedi. Herhalde senin ya amcan, ya
dayın olmalı diyor. Vallahi tanımadım dedim. Diyorki; “Koskoca paşa,
benim gibi bir binbaşının ayağına geldi, Hilminin işi ne oldu dedi.
Tıbbiyeye müzakereci olarak, memleketine tayinini istedi” diyor.
Efendinin kerameti efendim. Ben tıbbiye mektebinde talebe iken, subay
talebeler de vardı. Birtanesinin ismi, Daim bey idi. O Daim bey piyade
idi, fekat dişçi mektebine devam etdi. Nasıl ben kimyaya devam etdim
kimyager oldum, o da öyle diş tabibi oldu. Eczacıydım ben. Efendi
hazretleri kimyaya kayd olmamı söyledi. Yoksa benim kimyaya kaydolmak
aklımda bile yokdu. Kaydoldum. Kimyager oldum, kimya mühendisi oldum.
İşte bu Daim bey’de açıkgöz biri idi. Dişçiliğe devam etdi. Diş tabibi
oldu. Sonra istifasını istedi. Sivil oldu. Ankarada muayenehane açtı. O
Daim beyle, nöbetçi olduğumuz zemânlar geceleri konuşurduk, birbirimize
anlatırdık. Ben üstteğmendim, o da binbaşı idi. Daim bey dişcilikte
okumadan evvel Çankayada muhafız alayındaymış. Oradaki hatıralarını
anlatırdı. Birgün Hâlid paşayı anlattı. Halid paşanın başına neler
geldiğini anlattı.

Askerî tıbbiyede müzakereci iken, Efendi hazretleri; “Niye boş
duruyorsun madem üniversitede vazifen var kimyayı bitir” dedi. Beni
kimyaya teşvik etdi.

Yüksek matematikçi Von Mises’den, mekanik profesörü Prager’den, fizikçi
Dember’den, teknik kimyâyı Goss’dan okudum. Kimyâ profesörü Arnd’ın
yanında çalıştım. Takdîrlerini kazandım. Arndın yanında altı ay travay
yapıp (Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri) cisminin sentezini yapıp,
formülünü tesbit ettim. Dünyada ilk olan bu başarılı travayım, Fen
fakültesinin 1937 senesi ikinci kânun tarihli (Fen Fakültesi
Mecmûasında) 139. sahifede ve Almanya’da çıkan (Zentral Blatt) kimyâ
kitâbının (m.1937) târih ve (2519) sayısında (H. Hilmi Işık) başlığı
altında yazılıdır. 1936 senesi sonunda 1/1 Sayılı Kimyâ Yüksek
Mühendisliği diplomasını aldım. O sene Türkiye’de ilk ve tek olarak
kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük gazetelerde yazıldı. Bu
başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da, Mamak’ta
zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene kalıp, Auer
fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik
mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan almanca öğrendim.
Harb gazları mütehassısı oldum. Başarılı hizmetler gördüm. Meselâ İkinci
cihân harbi’nde, İngilizler Polonya’ya yüzbin halk maskesi sattı.
Maskeler Çanakkale Boğazı’ndan geçerken Almanlar Polonya’yı istilâ etti.
İngilizler maskeleri Türkiye’ye satmak istedi. O zaman yüzbaşı
rütbesinde idim. Bunları muâyene ettim. Süzgeçlerin zehirli sisleri
kaçırdığını anlayarak, (kullanılamaz, işe yaramaz) raporunu verdim.
Milli Savunma Bakanlığı ve İngiliz sefîri inanmadılar. Telâşa düştüler.
İngilizlerin yaptığı şey, nasıl bozuk olurmuş denildi. İsbat ettim.
Sonra, parçalanıp yamalık olarak kullanılabilir raporunu verdim.

Üniversite inkılabı 1934 de yapıldı. O zemân bütün profesörleri işten
attılar, yerine Almanya’dan yehûdileri getirdiler, işte Arnd’da onlardan
biri idi. Eskiden üniversitenin adı darülfünun idi. İnönü üniversiteye
çevirdi. Hidiv Kâmil paşanın hanımı Zeynep hanımın konağı vardı
veznecilerde, Zeynep Kâmil hastanesini yapdıran hanımın köşkü, fen
fakültesiydi. Almanlar geldiler, hayran kaldılar, şaşkına döndüler,
tavanlarında âyet-i kerîmeler vardı, altunla yazılmışdı. Biz orada
okuduk. Merdivenlerin başındaki topuzlar zümrütten yakuttan yapılmışdı.
İslâm eseri idi bu sarây. Sonra yaktılar, elektrik kontağı dediler.

Türkiyede ilk kimya mühendisi benim efendim. Diploma numaram 1/1. Hatta o
zaman kimya mühendisliği diploması da yoktu. Üniversiteye istidâ
(dilekce) verdim. Almanyada bu dersleri bitirenlere yüksek mühendis
diploması veriyorlar, siz niye vermiyorsunuz diye fen fakültesine
yazdım. Profesörler meclisine koydular dilekceyi, kabûl edildi, bana hak
verdiler ve kimya yüksek mühendisi diye ilk ünvanı bana verdiler.
Yüksek kelimesini ben koydurdum. Ondan sonra mezun olanlar benim sayemde
kimya yüksek mühendisi oldular.

Evliyânın, salihlarin isminin söylendiği yere rahmet yağar.

Allahü teâlânın sıfatlarından en
kıymetlisi muhabbet sıfatıdır.


Bütün dünyaya, hidayet, nur,
Peygamber efendimizden geldi. Şimdide, Peygamber efendimizin
varisleriyle geliyor.


Bütün kemâlat, bütün fazîletler,
büyüklerin sohbetindedir. O sohbet ele geçti mi her şey ele geçti
demektir. Şimdi o büyükler yoksada, onların kitapları var.


Cuma günü duanın kabul olduğu bir
saat vardır, saati icabedir bu. Ulemâ bu saat ikindi vaktidir buyurmuş.
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri bu saat mâlum olsa, sohbeti salihin
isterim buyurmuştur.


Hüseyin Hilmi
Işık (rahmetullahi aleyh)



























Mesajı son düzenleyen prihana ( 30-12-09 - 08:34 )








Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:22 pm

Bizim kimya hocamız Arnd vardı. Onun yanında travay yapdım. Bir cismin
sentezini yapdım. Sentez kolay fekat ismini tespit etmek zor. İsmi şu;
(Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri). Formülünü tesbit etdim. Bütün
dünyâda ismi Hilmi Işık diye geçdi. Profesör Arnd’a rapor verdim;
Şununla şunu karışdırınca azot gazının çıktığını iki gözümle gördüm diye
yazdım rapora. Kabûl etmedi. Sana kulaklarınla gördün veya tek gözünle
gördün diyen var mı, iki gözüm yazısını çıkar ordan dedi. Bir gün ona
sordum siz böyle mükemmel türkçeyi nerden öğrendiniz dedim. Beni çok
severdi. Gel sana söyleyeyim dedi. Ders verdiği salona götürdü beni.
Duvarlar çatlaktı, şu duvarın çatlağı tavanda devam ediyor, ordan da
aşağı iniyor, bunlar nedir biliyor musun. Beni Sultan Hamid han buraya
getirtdi, o zemân ben bu salonda ders veriyordum. Kimya profesörü idim.
Bu çatlaklarda çubuklar takılı idi. Çubuklara da perde takılı idi.
Dershanenin yarısı perdeyle ikiye bölünmüştü. Ön tarafta erkek talebeler
otururdu, arka tarafta da kız talebeler otururdu dedi. Şimdi
karmakarışık dedi. Bir gün merdivenden çıkarken konuşa konuşa gülerek
çıkıyorduk. Gülerken bana dedi ki; İyot artıkları içinden iyodu nasıl
ayırırsın dedi. Ben de arkadaş gibi cevab verdim anlattım. Sene sonunda,
imtihana girdik, imtihana beş, altı talebeyi birden alırdı. Ayakta
diker soru sorardı. Sıra bana gelince beni atladı geçdi. Efendim beni
imtihan yapmayacak mısınız dedim. Ben seni imtihan yapdım dedi. Ne zemân
dedim. Hâni bir gün kapıda buluştuk, merdivenden çıkarken sana iyot
artıklarını sordum ya, o imtihandı işte dedi. Sen o zemân 10 numarayı
aldın dedi. Sonra Almanya’ya gitdi.

Kimyager sınıfına geçmesi. (Zehirli gazlar ve harb gazları mütehassısı
olması) :

Türkiyede ilk kimya mühendisi benim efendim. Diploma numaram 1/1. O sene
Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük
gazetelerde yazıldı. Bu başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına
geçirilerek, Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım.
Kimya fakültesini 1936 yılında bitirince, Ankaraya tayin oldum. Mamakda
kimya fabrikası vardı. Oraya tayin etdiler beni. Mamakda köylülerden
birinin evini kira ile tutdum. Ev çok büyüktü. Bahçeside çok kocamandı.
Vişne bahçeleri, ayva bahçeleri vardı. O bahçenin dağ tarafındaki
yamacında su künkleri vardı. İşte sultan Hamidin getirdiği su o bahçeden
geçiyormuş. Elmadağ o tarafdaydı.
Ankara valisi Abidin paşa varmış. Celâleddin-i Rûmi hazretlerinin
Mesnevîsini şerh etmiş ki, çok ağır bir kitâbdır o. Abidin paşanın kabri
Fatih Câmiinin yanında, Câminin bahçesindedir. Sultan Hamid zemânında
Ankara valisi idi. Onlar âlim insanlardı. Hem âlim hem edib. Edib demek;
terbiyeli demekdir.

Ankara valisi İstanbula, halîfeye mektûb yazıyor. O zaman halife Sultan
Hamid han idi. “Efendim, Ankaranın içme suyu malumualiniz kireçlidir.
Ankaradan altmış kilometre uzakda Elma dağı var efendim. Elma dağında
mis gibi su çıkıyor, hiç kireci yok, gayet lezzetli. Ankaradaki
evladlarınız, para topladık efendim, bu Elma dağının suyunu Ankaraya
getireceğiz müsaade buyurulursa” diyor. Böyle büyük iş yapmak için
halifeden izn almak lâzımmış. Halifeden izn almadan olmaz bu iş. İzin
istiyor. Sultan Hamid de cevab yazıyor: “Evladım, bizim dinimizde su
getirmek en büyük ibâdetdir. Oradaki evladlarımız müsade etsinler de; bu
ibâdetin sevabını ben alayım.” diyor. “Onun için kaç bin altın
topladınsa onu sahiblerine iade et, geriye ver. Bu suyun bütün
masraflarını ben temin edeceğim.” diyor. Saraydan verecek ama, devletin
parasını değil. Vergi milletin hakkıdır. Onun için sultan Hamid serâydan
verecek ama vergiden veremez. Babasından kalma mirasları vardı. Meselâ
kendi mülkü olan toprakları var. Babalarından kalmış olan paralardan
veriyor ve Ankaraya geliyor o su. Ankarada yüzlerce yere çeşme
yapılıyor. Cebeciyle Kurtuluş istasyonunun arasında, meydan var,
çukurda. O çukurdaki meydanda sultan Hamidin öz parasıyla yapdırdığı
çeşme vardı. Efendim, haziran ayında, sıcakta o çeşmeden su içdim, buz
gibi idi. Dağdan geliyor çünkü. Kar suyu, buz gibiydi. Ankaranın her
yerinde vardı bunlar. Sonradan o çeşmeler kaldırıldı.

Osmanlı halifesi milletine, tertemiz buz gibi suyu dağdan getirtmişti.
İşte o suyun geçtiği su künkleri, bizim bahcede idi.
Genel Kurmayda Almanlarla çalışıyordum. Efendi hazretleri; “Alamanlarla
çalışda Alamanca öğrenme! Öyle şey olurmu, Alamanca da öğren” dedi.
Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene
kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru
Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan
almanca öğrendim. Harb gazları mütehassısı oldum.

Ankara’da zehrli gaz maskelerinde vazifeliydim. Genelkurmay, fabrikanın
kontrolüne beni tayin etmişdi. Kızılayın maske fabrikası hâlâ duruyor. O
fabrikayı askeriye nâmına kontrol ederdim. Orada çalışan bir Cemal
efendi vardı, bu Cemal efendi benim yardımcımdı. O, kızılayda
çalışıyordu fakat kızılay bana yardımcı olarak vermişdi onu. Babası da,
diyanet işlerinde hey’eti müşavere âzâsı idi. Yâni din adamıydı, o
zemânın din adamı. İşte o zemânın din adamlarından biriymiş Cemal
efendinin babası. Bir gün oğluna demiş ki; Oğlum seni mektebe verdim
okumadın, sanata verdim çalışmadın, sokakda kalmıyasın diye kızılaya
verdim. Birkaç aydır senin ahlâkında, hareketlerinde bir değişiklik, bir
tebeddül görüyorum, düzelme var sende demiş. Eskiden babasına sen
dermiş, şimdi siz diyor, babacığım diyor. Önceden babasının önünden
geçer gidermiş, şimdi babasına yol veriyor, saygı gösteriyor. Oğluna;
sen bu islâm ahlâkını nereden öğrendin, senelerce ben sana öğretemedim
diyor. Cemal efendi de demişki; maske fabrikasında, başımızda yüzbaşı
Hilmi bey var, Ondan öğreniyorum demiş. Babası da, aman ne mübârek
yüzbaşın varmış, Onu diyanet işlerine getir de, onunla bir konuşayım
demiş. Bana söyledi Cemal. Ben de gitdim. Meşveret meclisi idaresi
a’zâsı idi babası. Konyalı Eyüp Necati Perhiz diyorlardı ona. Din
adamları o zemân ilm sâhibiydi, Sultan Hamid Hân zemânından kalmış.
Adamcağızın odasına gitdim. Beni karşıladı, oturduk, konuşduk, sohbet
etdik. Size teşekkür edeceğim, birde hediye vereceğim, onun için
çağırdım buraya dedi.

Efendi hazretlerine sormadan bir kitabı okumazdım. Efendi buyururduki;
"Bozuk kitab okuyanın imanı da bozulur".
Kızılayın maskelerini muayene ediyorum, iyi mi, bozuk mu karar
veriyorum, iyilerini askeriye satın alıyor. Her ay o zemânın parasıyla
yüzelli milyon liralık maske alınıyor. Benim raporum lâzım, iyidir
dersem alıyorlar. O zemân, ingilizler de bize halk maskesi satmış. O
halk maskesini, ikinci cihan harbinin başında Polonyaya satmış
ingilizler. Maskeleri gönderiyor gemilerle. Maskeler boğazdan geçerken,
Polonya sükût ediyor, yâni Almanya işgal ediyor, Polonya hükûmeti
kalmıyor. Tabî ingilizler de maskeleri satamıyorlar. İstanbulda
gemilerden indiriyorlar. Türk hükûmetine diyorlar ki; bunları size
satalım. Satın aldılar. Gel gelelim, Maliye vekaleti parayı vermedi,
kanun var dedi, rapor lâzım, iyi diye raporun varsa veririz diyor. Dönüp
dolaşıp bu mesele bana geliyor, çünkü raporu ben veriyorum. Maskeleri
getirin dedim. İngilizlerin satdığı maskeleri muayene etdim, bozuk
çıkdı. Zehrli gazları kaçırıyordu. Ben de, bu maskeler bozukdur diye
rapor verdim. Biraz sonra paşalar geldiler; aman oğlum, sen bunlara
bozuk deme, bazı siyasi sebeplerle almamız lazım dediler. Parasını
hükûmetin vermesi için rapor lâzımmış dediler. Paşam buna imkân yok,
bozuk şeylere iyi diyemem dedim.

-devamı var-
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
Da®kAngéLs
Felix F. | Bendeki Sen
Felix F. | Bendeki Sen
Da®kAngéLs


Mesaj Sayısı : 1302
Tecrübe Puanı : 3627
Kayıt tarihi : 05/01/10
Yaş : 30
Nerden : Geldim Ben Buraya?
Ruh Hali : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Saldir10
Reklam : Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) 2usehia

Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Empty
MesajKonu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)   Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) EmptyCuma Mayıs 07, 2010 12:22 pm

Mübarek hocamız Hüseyin Hilmi Bey'in hayatını, O'nun hayatını bölüm
bölüm anlatan, Huzur Pınarı'nın mail grubundan, mailime birkaç günde bir
gönderilen maillerden buraya kopyala-yapıştır şeklinde aktarıyordum.
Her nedense, bu mailler kesildi ve hayatı da yarım kaldı.
Ben de başka bir kaynaktan alıntı yaparak Hocamızın hayatını daha kısa
bir şekilde tekrar ve sonuna kadar yazmak sitiyorum. Doğrusu yarım
kalmış olmasını içime sindiremedim.
Kaynak İstanbul Evliyaları, Cild 1'dir.
Hüseyin Hilmi Işık (1911-2001) kimyadaki buluşu ve yazdığı
kitaplarla tanınan son devir İslam âlimidir.
Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi kullanmıştır. 8
Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd
Efendi ve dedesi İbrahim Pehlivan Plevne’nin Lofca kasabası Tepova
köyünden annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da Lofca
kasabasından idiler. Babası Said Efendi Doksanüç Harbi denilen 1877
Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip Eyyûp Vezirtekke’ye
yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân
kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım 1954’te Ankara’da vefât etti.
Bağlum mezarlığındadır.
Okula Başlaması

[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi
arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı
kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini
birincilikle bitirdi. O sene Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan
Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı
gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak
1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine
seçildi.
Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini
çekiyordu. Lisede iken geometri hocası her dersi verince Hüseyin Hilmi
Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları “Sen anlatınca dahâ iyi
anlıyoruz” derlerdi.

Lisede okurken mukaddesâtına saldıranları görünce hayâl kırıklığına
uğradı. Birkaç sene önce berâber oruç tuttuğu namaz kıldığı arkadaşları
iftirâlara aldanarak ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o
kalmıştı. Yalnız kalmak onu çok üzdü. 1929 senesinde lise son sınıfta
on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi okulda yatmışlardı. Uyuyamadı.
yatağından fırladı. Düşüncelerinde îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu
bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın
yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı Haliç’in ışıklı dalgaları sanki
ona “üzülme sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana
inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini
öğrenmek istiyorum. Beni din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye
yalvardı. Allahü teâlâ bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu.
Kerâmetler hârikalar hazînesi ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi
“rahmetullahi aleyh” önce rüyâda sonra câmide karşısına çıktı ve onu
kendine çekti.
Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması
Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine
gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr içerde oturmuş önündeki bir kitaptan
anlatıyordu. Güçlükle gidip arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları
nasıl ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği çok merâk
ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı.
Hoca da kitâbı kapayıp "Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye
hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı.

Hoca efendi kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu
nereden anlamıştı? Kitâbı alınca câminin boş yerine koşup namazını
kıldı. Kitâbın kapağında "Râbıta-i Şerîfe" ve altında "Abdülhakîm"
yazılı idi. Yanındakine sorup kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu
Cuma günleri Eyüp Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi.
Büyük câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. "O başka câmide imâmdır.
Orada kılıp buraya gelir. Dışarıda bekler" dediler. Dayanamadı. Dışarı
çıktı. Onu bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü.
Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı câminin yan
tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle
üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi en önde
karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk
ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi
serin suya kavuşmuş ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid
Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor onun sevimli nûrlu yüzünü seyretmeye
söylediği her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış
kendinden geçmiş dünyâ işlerini mektebini her şeyi unutmuştu. Kalbinde
tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ
ilk sohbeti ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. "Fenâ"
denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet sanki bir
derste hâsıl olmuştu.
Ne yazık ki bir saat geçmiş ders bitmişti. Bu bir saat Hüseyin Hilmi
Efendiye bir an gibi gelmiş rüyâdan uyanır gibi elindeki not defterini
cebine koyarak dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı.
Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken birisi eğilip kulağına "Küçük
efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel.
Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.
O gece Hilmi Efendi rüyâsında "Bulutsuz parlak mâvi bir semâ gördü.
Etrâfı câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş burada nur yüzlü
biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca Seyyid Abdülhakîm efendi
olduğunu gördü." Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra yine rüyâsında
"Hazret-i Hâlid'in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat
gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu.
Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı."
Yanından hiç ayrılmıyordu
Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh
namazından önce gelipyatsıdan sonra istemeye istemeye zorla ayrılıyordu.
Hatta herşeyi unutup yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte namazda
istirâhatte bir yere gitmekte Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor
hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş
geçmemesi için çırpındığı gibi tatil günlerinde boş kaldığı zamanlarda
da hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu.
Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar birkaç ay sonra Arabî ve
Farisî okuttu. Emsile Avâmil Simâ'î masdarlar. Emâlî kasîdesi Mevlânâ
Hâlid Dîvânı İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe
İmâm-ı Begavî'nin "Kazâ-kader" hakkındaki birkaç satırının Arabî'den
Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi yaparak ertesi gün hocasına götürünce
"Çok iyi doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme
Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır)


Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Hüseyin Hilmi Efendi tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle
geçti. Kemik vizesini vermiş kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O
hafta Eyüp'e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken
"Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur" buyurdu. Hilmi Efendi
"Ben sınıfın birincisiyim. Eczâclığa geçmek için izin vermezler"
deyince: "Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder"
buyurdu. Dilekçelerden yazışmalardan sonra Hilmi Efendi Eczâcı mektebi
ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendinin emri ile Paris'te çıkan Le
Matin gazetesine abone olup Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve
sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle
bitirip ilk önce üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci
tâyin edildi.
Yeni bir buluşu
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Bu arada yine
hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliğini okumaya başladı. Von
Mises'den yüksek matematik Prager'den mekanik Dember'den fizik Goss'dan
teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt'ın yanında çalıştı.
Takdîrlerini kazandı. Arndt'ın yanında altı ay travay yapıp
(Phenyl-cyan-nitromethan'ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve
formülünü tesbit etti.
Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı fen fakültesi mecmûasında ve
Almanya'da çıkan "Zentral Blatt" kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519
sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin
Hilmi Işık 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği
diplomasını aldı. O sene Türkiye'de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu
günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına
geçirilerek Ankara Mamak'ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on
bir sene kalıp Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ
doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı.
Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı
hizmetler gördü.
Sarf ve nahv mühendisi
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin
Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" her fırsatta İstanbul'a giderdi. Bu
ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm
Efendi cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: "Pekçok sevilen Hilmi ve
Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil'in
tercümesini güzel yapmış. Demek ki anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd
istifâde eder. Avâmil'in bir şerhi bir de mu'rebi vardır. Bunları bir
vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ
mühendisi olduğunuz gibi bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer
mühendisler çoğaldıkça kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında
makbûl olduğu gibi nâdir olmuş azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl
olur. Demek orada bulunmanız böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için
olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz."
Başka bir mektupta "Hilmi mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize
şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli
telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını
anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!..."
Hüseyin Hilmi Işık Mamak'ta iken İmâm-ı Rabbânî'nin ve oğlu Muhammed
Masûm'un üçer cild Mektûbât'larının Müstekımzâde tarafından yapılan
Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak bu altı cild kitâptan harf
sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde
meydâna gelen bu özeti İstanbul'a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye
okudu. Hepsini dikkatle dinledi çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini
"Kıymetsiz Yazılar" koy buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık'ın şaşırdığını
görünce "Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?" dedi. (Bu
kitap Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır)
Evlenmesi
1940 senesinde Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş
Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi.
Belediye kaydını müteakip nikahı Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre
Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık'ı yanına oturttu.
Yatsıdan sonra kendisine duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak "Sen
benim hem kızım hem de gelinimsin" dedi. Böylece Hüseyin Işık'ı manevi
oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı.
Hocasının vefatı
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi
Işık "rahmetullahi aleyh" 1943 senesi sonbahârında Ankara Hamamönü'ndeki
evinde otururken Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat
Nevzâd Işık gelip "Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor" dedi.
Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara'da ne işi olabilirdi? Birlikte
Fârûk Beyin Hâcı Bayram'daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin
Ankara'da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok
zayıf hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık her akşam gelip koluna
girer ve yatak odasına geçirdikten sonra üstünü örtüp yüksek sesle
"Kul-e'ûzü"leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri ziyârete gelenler
karşısındaki sandalyelere otururlar az sonra giderlerdi. Hilmi Işık'ı
her zaman yatağının içine oturtur hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün
sonra burada vefat etti. Bağlum'da defnedilirken oğlu Ahmed Mekkî
Efendinin emri ile Hilmi Işık kabre girip dînî vazifeleri yaptı. Yine
Mekki Efendi "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni
Hilmi okusun!" buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine
getirdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" birkaç sene sonra İstanbul'da
yazdırdığı mermer taşı Bağlum'daki kabre koydurdu. Van'da Seyyid Fehîm
hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul'da Abdülfettâh Akri ve
Muhammed Emîn Tokâdî'nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971'de Delhi
Diyobend Serhend ve sonra Karaşi'yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde
Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın zevcesinin
kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti.

Vefatı
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân
1422)'de vefât etti. Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce
insan katıldı. Eyüp Sultan'da toprağa verildi.
Hüseyin Hilmi Işık'ın bir kızı bir oğlu olup oğlu Abdülhakim Bey
babasından yedi ay önce Hakk'ın rahmetine kavuştu. Damadı İhlas
Holding'in sahibi Enver Ören torunu A. Mücahid Ören'dir. Bir torunu da
Abdülhakim Bey'in oğlu Ferruh Işık Bey'dir.
Hüseyin Hilmi Işık'ın zevcesi Nefise Sîret Hanım 28 Şubat 2009 tarihinde
İstabul'da vefat ederek zevcinin yanına defnolundu.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" hayatı boyunca insanlarla iyi
geçinmeyi güzel ahlâk sahibi olmayı tavsiye etti. Fitne çıkarmaktan her
zaman çok sakındı ve sevenlerine de bu hususta hep ikazda bulundu. Güler
yüzlü olmayı güzel ve temiz giyinmeyi tavsiye etti. Bu zamanda
İslamiyete hizmetin bu şekilde yapılacağını söylerdi. Politikaya asla
karışmadı. Siyaset adamları ile görüşmekten kaçındı. Yetiştirdiği
binlerce öğrencisi ülkeye hep faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır. "Ehl-i
Sünnet o kimsedir ki bir yerde bir saat kalsa orada hayırlı bir iz
bırakır" derdi.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" son derece vefakâr idi.
Ecdadımıza büyük hürmeti vardı. İslam âlimleri ve Osmanlılara vefa borcu
olduğuna inanır ve onları büyük bir muhabbetle severdi. "Osmanlılar
olmasaydı biz şimdi Müslüman ve Ehli sünnet olamazdık" derdi. Hocası
Seyyid Abdülhakim Efendinin talebeleri ve aile efradına hürmet ve
ihsanlarda bulunmayı bir vefa vecibesi addederdi. Seyyidlere büyük
hürmeti vardı. Ömrü boyunca onlara hizmet etmeyi onların sıkıntılarını
gidermeyi maddî ve manevî destek vermeyi kendine önemli bir vazife
bildi.
"En büyük keramet istikamet üzere olmaktır" buyururdu. Namazı ve diğer
ibadetleri birinci vazife olarak görür altını çize çize "Namaza mani
olan işte hayır yoktur" derdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" dine zararı olmayan şeylere
üzülmezdi. Çocukların yaramazlıklarını tabii görürdü. Ama onlara
dinlerini öğretmekte gevşek davranılmasını hoş görmezdi. Şahsî malı
serveti yoktu. Çok çalışkandı. Nesi varsa kitaplara ve kitapların
dünyaya yayılmasına harcadı.

Hakikî bir tevazuya sahip idi. Kendisini asla başkalarından üstün görmez
sevenlerine "Benim günahım hepinizden çoktur çünkü ben hepinizden daha
yaşlıyım" derdi. Evine gelen misafirlere lâyıkıyla hizmet ederdi. Evinin
alış verişini bizzat yapar odununu ve kömürünü kendi alır fatura ve
vergilerini kendisi yatırırdı.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" ailesinden Osmanlı terbiyesi
Seyyid Abdülhakîm Efendiden de tasavvuf edebi almış idi. Kendisinden
büyüklerin yanında konuşmaz kimse ile münâkaşa etmez edebi gözetir
ekseriyâ iki dizi üzerine oturur bağdaş kurmayı bile edeb dışı görürdü.
Bursa'da eski müderrislerden Ali Haydar Efendiyi ziyaretinde saatlerce
iki dizi üzerinde oturunca Ali Haydar Efendi talebelerine "Hilmi Beyden
edeb öğrenin edeb!" demişti.
Güzel ahlakı
Hüseyin Hilmi Işık çok nazik ve kibardı. Mamak Maske fabrikasında vazife
yaparken orada Cemal adında bir genç çalışıyordu. Babası Diyanette
heyet-i müşavere azası Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Genç evde de
efendimli konuşmaya ve ibadetlerini yapmaya başlayınca babası bu
değişikliğin sebebini sordu. Bizim bir kumandanımız var çok kibar
birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da onun yanında da öyle
konuşurum diye korkuyorum dedi. Babası şaşırdı. Oğlu ile Hüseyin Hilmi
Efendiye kendisini ziyaret edip teşekkür etmek üzere haber gönderdi.
Hilmi Efendi "babanız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun olmaz biz ona
gidelim" dedi; ve ziyaret etti.
Seâdet-i Ebediyye kitabını ilk çıkardığı sıralar subaylara senede bir
kaç defa çift maaş verirlerdi. Çift maaşın tekini biriktirip bu kitabı
çıkarmak için harcardı.
Hüseyin Hilmi Işık'ın "rahmetullahi aleyh" sabır ve tahammülleri çok
idi. İnsanlardan bir eziyet sıkıntı gelse katlanır mukabele etmezdi.
Yerine göre pamuktan yumuşak ama küfre bid'atlere ve günâha karşı da
çelik gibi sert idi. Dinimizin öngördüğü derecede cesûr idi.
Kitaplarında doğruyu yazmaktan kaçınmaz "Korkulacak yalnız Allahü
teâlâdır" der ama fitne çıkmamasına da çok dikkat ederdi. Devletin
kanunlarına uymada çok titiz davranırdı. Müslüman dine uyar günah
işlemez; kanunlara uyar suç işlemez derdi. Sık sık "Vatan sevgisi
imandandır" hadis-i şerîfini okurdu.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" maddî ve mânevî dünyevî ve
uhrevî ve bilhassa fen tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri
gelenlerinden olduğu için gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme fenne ve
tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl
miyarları ile karşılaştırıp tartarak söylediğinden hikmet konuşan yâni
her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan belki eşi bir daha çok
zor bulunabilecek olan bir zât idi.

En kıymetli kitaplardan tercüme ve derlemeler ile telif eserler vücuda
getirdi. Akaid husûsunda bilhassa Ehl-i Sünnet ve Cemâat inancını sâde
bir dille açıklayıp bu inancın yayılmasına öncülük etti. Hanefî Mâlikî
Şâfi'î ve Hanbelî mezheblerindenbirinde bulunmanın Ehl-i Sünnetin
alâmeti olduğunu herkesin kendi mezhebine göre amel etmesinin şart
olduğunu zarûret ve ihtiyâc hâlinde hak olan dört mezhebden birinin
taklîd edilebileceğini Ehl-i Sünnet kitaplarından alarak açıklayıp
herkese duyurdu.Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitaplarında binlerce mesele
yazdı. Unutulmuş ilimleri ihyâ etti. "Ümmetim bozulduğu zaman bir
sünnetimi ihyâ edene yüz şehid sevâbı verilir" hadîs-i şerîfini hep göz
önünde tutarak farzları vâcibleri sünnetleri hattâ müstehabları uzun
uzun yazdı.
Dünyanın her tarafındaki insanlara doğru İslamiyet'i tanıttı. Ehli
sünnet âlimlerince tasvip ve medhedilen yüzlerce Arabî ve Fârisî eseri
Hakîkat Kitâbevi vasıtasıyla yedi iklim dört bucağa yaydı. Vehhabi Şii
Kadiyani gibi bozuk fırkaların doğru yoldan ayrıldıkları noktaları bütün
dünyaya tanıttı. Ehl-i Sünnet itikadı canlanmaya kıpırdamaya ve
yeşermeye başladı. Bu bakımdan yaptıkları işi dîni tecdid (yenileme ve
kuvvetlendirme) ile isimlendirenler oldu.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" aynı zamanda çok kudretli bir
şair ve tarihçi idi. Muhtelif vezin ve türde yazdıkları şiirler emsalsiz
güzellikleri ile kitaplarında yer almaktadır.
Abdülhakîm Efendi kendisine bir ders verdikleri zaman; "Bin kemal
sayısıdır bir şey bin kere okunursa ezberlenir ama sen zekîsin beş yüz
kere okusan ezberlersin" derdi. Doksan yıllık hayâtının sonuna kadar
hâfıza ve zekâsından hiç bir şey kaybetmedi. Öğrenmek istediği şeyi tam
öğrenirdi. Bu sebeptendir ki yetmiş beş yaşından sonra namaz vakitlerine
dâir yazılmış bir çok kitabı inceden inceye okumuş anlamış ve Seâdet-i
Ebediyye ve başka eserlerine ilâve etmiştir. Oradaki girift
trigonometrik hesapları kolaylıkla yaptığını görenler gerçek bir fen
adamı olduğunu kabul ederlerdi.
Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" iktisada tasarrufa çok riayet
ederdi. İsrafı tasvip etmezdi.
Bir ihtiyaç olmadıkça evinden dışarıya çıkmaz ilimle kitap mütalaasıyla
meşgul olurdu. Sevenlerine çok okumalarını ve muteber kitapları herkese
ulaştırmaya çalışmalarını tavsiye ederdi. "İslâmiyet her safhası ile
ahlâkı ile itikadı ile ameli ile yaşanan bir dindir. Hepsi bulunursa tam
olur. Yoksa kişinin dini eksik olur" derdi. Yazdığı kitapların her biri
zamanımızda önemli bir boşluğu doldurdu ve ihtiyaçları karşıladı.
Sıhhati muhafazaya son derecede itina gösterir mevsime göre giyinirdi.
"Elektrik cereyanı öldürür hava cereyanı süründürür"; "Yaşlıların
üşütmekten ve düşmekten çok sakınması gerekir"; "Sıhhati korumak
Müslümanların üzerine vecibedir ibadetleri yapmak ancak bununla mümkün
olur" derdi. "Sıhhat için paraya acınmaz" buyururdu.
Zamanı yerli yerinde ve en iyi şekilde kullanırdı. Her işini muayyen bir
zamanda yapardı. Vakit hususunda verilen sözlere de riayet eder
başkalarının da hassasiyet göstermesini isterdi. Mesela Yeşilköy'deki
eczanesine gitmek için evinden çıkışı her zaman aynı vakitte idi. O
vakitten bir dakika sonra çıktığı vaki olmazdı.
Bir yere gidip gelirken kahvede oturan adamları görünce teessüfle "eğer
parayla zaman satın almak mümkün olsaydı şu adamların zamanlarını alır
çalışırdım" buyururdu. Okumaktan yazmaktan ve çalışmaktan uzak durmak
ona göre insanın yaratılış sırrına ters düşerdi.
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Nasıl muvaffak
oldunuz diye soranlara: Helekel müsevvifun yani "Sonra yaparım diyenler
helak oldu" hadisi şerifine uyarak bugünün işini yarına bırakmadım ve
kendi işimi kendim gördüm yapamadığım işi bir başkasına havale ettiğim
zaman neticesini takip ettim" cevabını verirdi. "Bu zamanda İslamiyet'e
hizmeti muvaffakiyetle yapabilmek için muhatabın anlayacağı gibi
konuşmalı ve herkese tatlı dilli güler yüzlü olmalıdır" buyururdu.
Her işinde orta yolu takip eder hiç bir şeyde aşırılığı tasvip etmezdi.
En iyi hoca en iyi evlad en iyi kardeş en iyi eş en iyi baba en iyi dede
en iyi komşu ve en iyi ilim adamı olmaya gayret ederdi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://webografya.forum.st
 
Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Efendi Hazretleri'nin bilinmeyen yönleri ve hikayeleri. Mutlaka okuyun
» Işık fışkırması
» Van Gölü'nde Esrarengiz Işık!
» DÖNEN IŞIK EFEKTİ
» Ay Yüzeyinde parlayan müthiş ışık oyunu

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
WebOgrafya | Webin Coğrafyası. :: İslam ve İnsan Bölümleri :: Peygamberlerin, Evliyaların, Sahabelerin hayatları-
Buraya geçin: