| WebOgrafya | Webin Coğrafyası.
|
| | Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:18 pm | |
| Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitablarında bu ismi kullanmıştır. Din bilgilerinde derin alim ve tasavvuf marifetlerinde kamil ve mükemmil olan kerâmetler, harikalar sahibi, Seyyid Abdülhakim efendinin yetiştirdiği selahiyyetli bir din adamıdır. 1929 dan 1943 senesine kadar o büyük zatdan ders almış Arabi ve Farisi tercümeler yaparak gençliğe hizmet için çalışmıştır. Hüseyin Hilmi Işık efendi, maddî ve mânevî, dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen, tıp ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için, gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme, fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp, tartarak, söylediğinden, hikmet konuşan, yâni her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan, belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan bir zât idi. Binüçyüzyirmidokuz [1329] hicrî yılına rastlıyan bindokuzyüzonbir [1911] senesinde Mart ayının sekizinci günü, güzel bir behâr sabâhı, İstanbulda, Eyyüb sultânda, Servi mahallesi, Vezîrtekke sokağı, Şifâ yokuşunda [1] numaralı evde tevellüd etdi. Babası Saîd efendi ve dedesi İbrâhîm pehlivan, Plevnenin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Sâid efendi, doksanüç [hicrî 1295] Rus harbinde muhâcir olarak İstanbula gelmiş, Vezirtekkesinde yerleşip evlenmişdi. Harb ve Muhâcirlik sıkıntıları sebebi ile, hiçbir mektebe gidememiş, belediyyede kantar me'mûru olmuş, kırk seneden fazla bu vazîfeyi yapmışdı. İstanbulun büyük câmilerinde, meşhûr hocaların derslerine aralıksız devâm ederek din bilgilerinde çok derinleşmişdi. Vazîfesi îcâbı matematiğin dört işlemini zihn ile yapmakda o kadar mâhir olmuşdu ki, görenler şaşardı. Vezîr Tekkeyi Safranbolulu Muhammed İzzet pâşa, 1210 [m. 1795] de sadr-ı a’zam olunca, Nakşibendî meşâyıhı için yapdırdı. Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye Numune Mektebi'ni birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi. Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının önsözünde buyuruyor ki: "İlk tahsîlimi, baba yerim olan İstanbulda, Eyyûb sultânda, Reşâdiyye nümûne mektebinde yapdım. Evimden ve ilk mektebden din terbiyesi, din bilgisi aldım. Halıcıoğlu Askerî lisesi Orta ve Lise kısmında okurken, mekteblerden Kur'ân-ı kerîm ve din dersleri kaldırıldı. Allahü teâlânın, sevgili Peygamberimizin ve islâm âlimlerinin ismleri söylenmez oldu. Hiçbir hocamız din bilgisi vermiyordu. Onları yüksek, olgun tanıyor, çok saygılı olmak istiyordum. Fekat, mukaddesâtıma saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradım. Îmân ile küfr arasında bocaladım. Küçük aklımla düşünerek, müslimânlık olarak öğrendiğim bütün bilgilerimi inceliyordum. Hepsinin fâideli, iyi, kıymetli olduğunu görüyor, bunları fedâ edemiyordum. Altı sene, bu iki te'sîr altında sarsıldım. Birkaç sene önce, berâber oruc tutduğumuz, nemâz kıldığımız arkadaşlarım, öğretmenlerin ve gazetelerin iftirâlarına aldanarak, ibâdetden vazgeçdiler. Yalnız kalmak, beni dahâ da üzdü. Acabâ haksızmıyım, yanlış yoldamıyım diyordum. (m. 1929) senesinde, lise son sınıfda, onsekiz yaşında idim. Kadr gecesi, mektebde yatmışdık. Uyuyamadım. Şaşkın olarak, yatağımdan fırladım. Düşüncelerimde, îmânda yalnız kalmışdım. Sıkılıyordum, bunalıyordum. Bağçeye çıkdım. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyyûb sultânın, ya'nî Hâlid bin Zeydin türbesine karşı, Halîcin ışıklı dalgaları, sanki bana, üzülme, sen haklısın diyorlardı. Hıçkırarak ağladım. (Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmakdan koru!) diye yalvardım. Allahü teâlâ, bu ma'sûm ve hâlis düâmı kabûl buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilm deryâsı Abdülhakîm efendi hazretleri, önce rü'yâda, sonra câmi'de karşıma çıkdı. Beni, cezb etdi. Eczâcı mektebinde talebe iken, Bâyezîd câmi'i şerîfinde va'zlarına, sonra evine gitdim. Bana acıdı. Sarf, nahv, mantık, fıkh öğretdi. Çok kitâb okutdu. Fransızca Maten gazetesine de abone etdirdi. Arabî ve fârisî öğretdi. (Emâlî kasîdesi)ni, (Hâlid-i Bağdâdî dîvânı)nın bir kısmını ezberletdi. Sohbetleri o kadar tatlı, o kadar fâideli idi ki, çok def'a, sabâhdan gece yarısına kadar yanından ayrılmazdım. Şimdi, o sohbetleri hâtırladığım ânlar, hayâtımın en zevkli dakîkaları olmakdadır. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm | |
| (m. 1936)ya kadar askerî tıbbiyye mektebinde müzâkereci iken, hem kimyâ yüksek mühendisliğine devâm etdim, hem de o islâm âliminin va'zlarından, sohbetinden ilm ve zevk topladım. Kalbimdeki küfr pislikleri temizlendi. İslâmiyyetin dünyâ ve âhıret se'âdeti için, biricik kaynak olduğunu anladım. Önceleri, büyük sandığım kimseleri, islâm âlimlerinin büyüklükleri yanında, çocuk gibi gördüm. Onların ilm diye söyledikleri ba'zı şeylerin, ilmden, fenden çok uzak, alçakça düzülmüş plânlar, iftirâlar olduğunu anladım. (m. 1936) dan sonra, Ankarada, Mamak kimyâhânesinde vazîfeli iken, almanca öğrenmemi ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin "kuddise sirruh" (Mektûbât)ını devâmlı okumamı söyledi. Her fırsatda İstanbula gelip, ma'rifetler deryâsından inci, mercân topladım. O ilm güneşinin üfûlünden sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköyü müftîsi, fazîletli seyyid Ahmed Mekkî efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldum. Büyük bir şefkat ve mehâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma'kûl ve menkûl, üsûl ve fürû' ilmlerini ta'lîm buyurup beni, 27 Ramezân-ı mubârek 1373 [m. 1953] Pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse me'zûn eyledi. (m. 1947) den sonra, öğretmenlik hayâtımda, engin denizden bir damla gibi olan bilgilerimi, gençlerin temiz rûhlarına, onların gonca gibi açılmakda olan körpe dimâglarına akıtmak için çırpındım. İçimde yanan îmân ışığından, onların saf kalblerine birer kıvılcım salmak istedim. Elhamdülillah! Rabbim kolaylık gösterdi. Senelerce uğraşarak hâzırladığım ve fâideli ve nefîs kokulu çiçeklerden toplanarak doldurulan tatlı ve şifâlı bal gibi, birkaç sahîfeye yerleşdirdiğim (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci kısmının basılması (m. 1956) senesinde nasîb oldu. Hanefî mezhebine göre hâzırlanmış olan bu küçük kitâbın, gazete ve mecmû’alarda reklâmı yapılmamış, dıvârlara i’lânları asılmamış, köşedeki bir dükkânın raflarına emânet edilivermişdi. Müslimân ecdâdının nûrlu ve uğurlu yolundan ayrılmayan, mukaddes dînini öğrenmek aşkı ile dâimâ kalbi yanan, asîl ve îmânlı gençler, bu küçük kitâbı aradı, buldu. Az zemânda kapışdı". Vatanına saldıran düşmana karşı, kükremiş arslanlar gibi döğüşerek, istiklâl savaşını kazanan şehîdlerin ve gâzîlerin temiz çocukları, bugün de, aynı aşk ve îmânla, babalarının yolunda yürüyerek, istiklâlleri gibi, îmânlarını da, her çeşid tecâvüzden korumağa çalışıyor. Hakka, hakîkate, doğruya koşuyor. Kur’ân-ı kerîme sarılıyor. "Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz." Evet, islâm âlimi gördüm. Müslimânlığın ne olduğunu ve islâmiyyetin yüksek bilgilerini ondan öğrenmekle şereflendim. Onun islâm ilmlerinde ve fen ve târîh bilgilerinde engin bir denize benzediğini ve islâm dîninden kaynaklanan güzel ahlâkını görerek hayrân oldum. Bu büyük zâtdan, şeyhlikle, mürîdlikle ilgisi olduğunu gösteren bir söz işitmedim. Tekkelerin kapatılmasından önce ve sonra ismleri duyulan ba’zı tarîkatcıların, islâmiyyete ve tesavvuf bilgilerine uymadıklarını, zararlı olduklarını söylerdi. Dünyânın her yerinde, her dilde tesavvuf kitâbları yazılmakdadır. Kanûnlar, tesavvuf kitâbı yazmağı ve tesavvuf ilmini övmeği değil, tesavvuf perdesi altında, şahsî menfe’at sağlamağı ve tesavvufda bulunmıyan kötülükleri yapmağı suç saymakdadır. Tesavvuf âlimleri de, böyle tarîkatcıları red etmişler, bunların din hırsızları olduklarını, islâmiyyeti içerden yıkdıklarını bildirmişlerdir. Kitâblarımda ve konuşmalarımda hep, (Müslimânın kanûnlara uyması lâzımdır. Fitne çıkarmak harâmdır) diyorum. İslâm dîni, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı, hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeği, fitne, ya’nî anarşi çıkarmamağı, kâfirlerin haklarını da gözetmeği, kimseyi incitmemeği emr etmekdedir. Ecdâdımız, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek ve torunlarının dinlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yiğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mubârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mubârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz. Hâinlerin kalemlerinden çıkan, süslü kelimelerle örtülmüş, zehrli propagandaları okuyarak, azîz ve sevgili îmânımızı kapdırmamağa, aldanmamağa çok dikkat etmeliyiz! Salâhiyyetim olmadığını bildiğim hâlde, yalnız İslâm âlimlerinin, aklları durduran üstünlüklerine hayrânlığımın ve onlara karşı taşıdığım sevgi ve saygının mükâfâtı olarak ve bu temiz milletin, asîl gençlerin, din simsarlarının tuzaklarından kurtulmaları, dünyâ ve âhıret se’âdetine kavuşmaları için, kalbim sızlayarak etdiğim düâların karşılığı olarak, Allahü teâlânın tevfîkı ile meydâna gelen bu üç kitâbı, (m. 1963) de bir araya getirip, (Tâm ilmihâl) adını verdim. Devâmlı süâller sebebi ile, kitâbımın her baskısına yeni ilâveler yapılmakdadır. Hepsi ingilizceye de terceme edilerek (Endless Bliss) ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak basdırılmışdır. Bu kitâbda, bu fakîre âid hiçbir bilgi ve fikr yokdur. Terceme ve toplamakdan başka nasîbim olmamışdır. Büyük, mubârek zâtların yazıları olduğu için, okuyanların fâidelendiklerini, zevk aldıklarını ve bölücülere, kitâblarıma saldıran, iftirâ eden mezhebsizlere aldanmadıklarını görmekle, cenâb-ı Hakka şükr ediyorum. Böylece, temiz rûhlu, sâf kanlı, mubârek gençlerin, müstecâb düâlarına kavuşacağımı düşünerek seviniyor, bu kitâbı ve düâları kıyâmet günü için, biricik sermâyem biliyorum. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm | |
| Okula Başlaması: Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti.Yedi yaşında, sultân Reşâd hânın türbesine bitişik (Reşâdiyye nümûne mektebi) nde ilk tahsîlini yaparken, babası ta'tîl aylarında (Hakîm Kutbüddin), (Kalenderhâne) ve (Ebüssü'ûd) din mekteblerine de gönderir, oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret ederdi. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. İlk okulda her dersden aldığı altın yaldızlı mükâfatları büyük bir albümü doldurmakdadır. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi. Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmî efendiye (rahmetullahi aleyh) tekrar etdirirdi. Arkadaşları, sen anlatınca daha iyi anlıyoruz derlerdi. Lise ikinci sınıfda (bir dik açının düşeyinin de dik olması için bir kenarının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfidir) teorisini isbât ederken, durakladı. Hocası yüzbaşı Fuâd bey hatırlatmak isteyince (Efendim! Burasına aklım ermiyor. Dediğinizi anlıyorum. Fakat, iki isbâtlama birbiri yerine oluyor) demişdi. Fuâd bey, sınıfın ikincisine soruyor. O da, rakibinin bu hâline sevinerek, (Hayır efendim. Hilmî efendi yanılıyor. Kitâb da sizin anlatdığınız gibi yazıyor) diyor. Hilmi efendi, bunu anlıyamadığında ısrar edince, Fuâd bey, onu yerine oturtuyor ve (Hilmî efendi! insanlık hâli bu. Belki bugün çok çalışarak kafan yorulmuş. Belki de başka üzüntün vardır. Başka zeman iyi anlarsın. Üzülme) diyor. Gece oluyor. Herkes uykuda. Nöbetçi, Hilmî efendiyi (rahmetullahi aleyh) uyandırıyor. (Kalk! Geometri hocası, öğretmenler odasında seni istiyor) diyor. Kalkıp giyiniyor. Geceyarısı, şaşırmış vaziyette odaya gidiyorlar. Füâd bey: (Yavrum Hilmî efendi! Evime gidince düşündüm. Hilmî efendi her yeni verilen dersi bülbül gibi tekrar eder. En çetin matematik problemlerini çözer. Onun, bugün iki ayrı geometri davasının birbirine ters düşdüğünü söylemesi boşuna olmasa gerekdir dedim. Çok inceledim. Anladım ki Hilmî efendi haklı imiş. Fransız profesörü Hadamar yanlış yazmış. İzmir lisesi geometri muallimi Ahmed Nazmi bey de, bunu tercüme ederken farkına varamamış. Ben ise, senelerce, bunu yanlış anlatmışım. Oğlum sen haklısın. Seni tebrik ederim. Senin gibi talebem olduğu için iftihar ediyorum. Senin rahat uyuman, sevinmen için, yarını bekliyemedim, geldim) dedi. Hilmî efendinin (rahmetullahi aleyh) alnından öpdü ve gitdi. Hilmî efendi, askerî lisenin her sınıfında oruclarını tutdu. Her nemâzını kıldı. Son sınıfda iken nemâz kılan yalnız O kalmışdı. İslâm düşmanlarına aldanmış, belki de satılmış olan birkaç kimse, fen bilgisi diyerek, yalanlarla, iftirâlarla dinsizliği, ecdâd düşmanlığını aşılıyorlardı. Jeoloji hocası Âdem Nezîhi, fizik hocası Sabri, felsefe hocası Cemil Senâ ve târîh hocası Bağdadlı binbaşı Gâlib beğler zararlı telkînlerinde pek aşırı gidiyorlardı. Sınıf arkadaşları arasında bu yüzden nemâz kılan kalmamışdı. O, bu hocalarına aldanmadı. Onların derslerine dahâ çok çalışıyor, hepsinden tâm numara ve takdîr alıyordu. Lise son sınıfda iken, babası Sa'îd efendi vefât etdi. Askerî lisenin talebeleri, hocaları ve subayları cenâzede bulundu. Eyyüb halkı cenâzede bulunanların çokluğuna şaşmışdı. Abdülhakîm Arvasi hazretlerini ilk tanıması: 1991 senesi mart ayının 1'i cuma gün berat kandili idi. Mübarek hocamıza kandil ziyareti için gitmiştik. Daha sonra eve, hocamızın oğlu Abdülhakîm abi geldi. Sandalyelerde yer olmadığından ben Abdülhakim abiye, oturduğum sandâlyeyi verdim ve yere indim. Hocamız buyurdularki; Alî beye çok büyük iyilik etdiniz. Tam karşıma oturmasına sebeb oldunuz. Ben de, Abdülhakim efendi hazretlerinin her zemân tam karşısına otururdum. Hatta, Eyüp sultan camiinde, ilk tanıdığımda en önde, burun buruna oturmuşduk. Allahü teâlâ, “Her isteyene veririm, bazan da istemiyenler arasından da seçdiğime veririm” buyuruyor. “İnnâ fetahnaleke” sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. Bu âyet-i kerîmede hem adalet, hem ihsan var. “Her isteyene veririm” buyurması adaletdir. “İstediğime veririm” buyurması da ihsandır. İsteyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim de verdi Allahü teâlâ. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezan-ı şerifde oruç tutmak isteyenleri, doktor muayene edip, tutabilip tutamıyacak olanları ayırdı. Seksen kişi oruç tutmak isteyen vardı. Bunların içinden güçlü, kuvvetli olanlarından otuz kişiyi tutabilir diye ayırdı. Elli kişiyide de, zaîf gördükleri için tutamaz diye ayırdı. Ben de ufak tefek, zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Ben, tutmak istiyorum dedim. Çünki evimde de öyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Ben tutmak istiyorum deyince, doktor bana kızdı, bağırdı. Sen oruç tutacak adammısın, sınıfta kalırsın, hasta olursun, ölürsün dedi. Doktor iri-yarı bir yüzbaşıydı. Ramezan-ı şerif geldi. Oruç tutacak olan otuz kişiye yemek çıkıyordu. Ben de onlarla beraber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Öğle yemeğini asker, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de açık geçirirdi. Nezaketen üstünü bile örtmezdi. Etler, buzlu hoşaflar, buzlu sular olurdu. O sıcakda oruç tutan talebeler, biz kavrulurken, doktor yüzbaşının yemekleri bizim aramızdan geçirilirdi. Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Bana sen oruç tutarsan ölürsün demişdi. Kendisi öldü. Seksen senedir ben hâlâ (oruçtan dolayı) hasta bile olmadım. Bana sınıfda kalırsın demişdi. Okulun birincisi oldum. Bir sonraki sene oruç tutanların sayısı daha azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek ben kalmışdım. Ben namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihalde de yazdım ya, bir kadr gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana Efendi hazretlerini gösterdi. Bir câmi’in kubbesinin etrafında nûr şeklinde idi. Daha sonra birgün dersden çıkınca bayezid câmisine namaz kılmağa girdim. Namazımı kılınca, sahaflar kapısının yakınında bir hoca va’z ediyordu. Üç-beş kişi dinliyordu. Onlar da, hep yaşlılardı ve uyukluyorlardı. Ben de biraz dinledim, fakat hepsi bildiğim şeylerdi. Küçük, bir formalık bir kitâbdan âmentüyü (imanın şartlarını) anlatıyordu. Hep bildiğim şeylerdi. Sıkıldım fakat hocaya saygısızlık olmasın diye, ayıp olmasın diye kalkıp gidemedim. Biraz sonra, dersimiz burada bitdi dedi. Bu kitâbları satıyorum dedi. Aynı kitâbların devamı vardı önünde. Hepsi bildiğim şeylerdi fakat hocaya yardım olsun diye birini alayım diyerek, kaç kuruş olduğunu sordum. Yirmibeş kuruş dedi. O zamân bir gazete 1 kuruş idi. Kitâbın değeride ancak o kadar eder. Hadi çok fakir olup muhtaç olsun da 5 kuruş desin, buna 25 kuruş çok, vay insafsız vay diyerek kapıya doğru yürümeye başladım. Bir de bakdım, bayezid meydanına bakan kapının tarafındaki demir parmaklıklı bölümde bir başka hoca efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâ’at onu dinliyordu. Câminin ortasına kadar cemâ’at doluydu. Oraya doğru yürüdüm, Parmaklıkların arkasında nur yüzlü bir hoca efendi, bir kitabdan birşeyler anlatıyordu. Hoca efendinin karşısından gidersem edebsizlik olur diye düşündüm. Hoca efendinin karşısından gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. Arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca efendi, demir parmaklıklara arkası dönük oturuyordu. Demirden atlayıp tam arkasında oturdum. Kucağını arkadan seyrediyordum. Bir yandan da (çocukluk işte), aklımdan biraz önceki hocanın yirmibeş kuruşa satıyorum demesi çıkmıyordu. Vay insafsız vay deyip duruyordum. Hem de o hoca efendiyi dinliyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, merak ettiğim konuları anlatıyordu. Çok hoşuma gitdi. Rabıta-ı Şerife risalesinden Evliyâ kabrlerinin nasıl ziyaret edileceğini anlatıyordu. Hiç duymadığım şeylerdi. Biraz sonra ezân okundu. Hoca efendi, dersimiz bugün burada kalsın deyip kitâbı kapatdı. Pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden, kitâbı arkaya, bana uzatdı. “Bu kitâb, küçük efendiye benim hediyem olsun” dedi. Çok şaşırdım. Hiç arkasına bakmamışdı. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra, hep beraber namâza kalkıldı. Biraz sonra ben derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım, ayrıldım. Bu zât kimdir, nerde bulunur diye merak etdim, araşdırdım. Cum’a günleri Eyyûb sultan câmi’inde va’z eder dediler. Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm | |
| Cum’a nemâzına Eyyûb sultana gitdim. Hoca efendiyi görebilmek için caminin en ortasındaki çok büyük avizenin altına oturdum. Fakat göremedim. Biraz daha bekledim gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki, oturan kişiye sordum. Abdülhakîm efendi nerededir dedim. O da; O yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez dedi. Bekleyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp yan bölmeye geçdim. Orada da aradım, bulamadım. Yanımdakine gene sordum. Abdülhakîm efendi nerededir dedim. O, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra va’z etmek için buraya gelir dedi. Namâzı bitirince gene göremedim. Dışarda bekliyeyim diye düşündüm. Tabî Eyyûb Câmi’i büyük olduğu için daha geç dağılıyor. Gelmişdir diye, namazın duâsını beklemeye sabr edemeyip hemen dışarı çıktım. Baktımki gelmiş. Karşıda bir kitâbcı vardı. Kitâbcının tezgahının yanında, ayakda, kitâbları tedkik ediyordu. Hemen yanına gitdim. Karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitâbcının yanında, oturmak için bir bank vardı. Kitâbcı kaba bir şeklde bağırarak, hoca hoca niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya dedi. O da, peki deyip oturmak üzereydi. Tam o sırada fırladım. Bir dakika efendim, oturmayın dedim. Hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları temizledim. Parkayı katlayıp bankın üzerine koydum. Şimdi oturun efendim dedim. Parkanın üzerine oturmayıp, “Al onu oradan” dediler. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular. “Şimdi üzerime ört” buyurdular. Efendi hazretlerinin üzerine parkayı örtünce, sevindim. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan tarafındaki küçük bölmeye girdik. Ben en önde, Efendi hazretlerinin önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, hiç işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan anlatıyordu Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle beraber caminin yan tarafındaki küçük bölmeye girdik. İçerisi çok kalabalıktı. Sadece rahlenin önünde birazcık boşluk vardı. Onun için ben en önde , rahlenin hemen önünde oturdum. Efendi hazretleri ile burun buruna oturduk. Dikkatle dinliyordum, hiç işitmediğim bilgileri, Rahle üzerindeki kitabdan anlatıyordu. Efendi hazretleri bir minder üzerine oturmuştu. Anlatırken bana bakıyordu. Hiç işitmemiş olduğum çok merâk ettiğim bilgileri zevkle dinlerken defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebi, her şeyi unutmuştum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri beni mest etmişti. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî buyurduki,.. dediğinde İmâm-ı Rabbânî kim diye şaşırdım. Hiç işitmemiştim. Rabbânî deniliyor. Allahü teâlâ ile ilgili mi acaba dedim. Melek geldi aklıma. Cebimden not defterimi çıkardım, araştırmak için yazdım. Sonra dediki; “Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksekdi ki, peygamberlik devam etse idi, hiçbir şey eklemeden, o haliyle peygamber olurdu. Allahü teâlâ Mevlânâ Hâlid hazretlerine paygamberlik makâmı haricinde her kemâlâtı vermişdir. Bütün nübüvvet evsafına câmi’i idi. Ya’nî Peygamberde bulunmakda olan ahlâk ve evsafının hepsi onda vardı. Yalnız bir noksan vardı ki, sadece peygamberlik makamı verilmemişdir, peygamber olmamışdır. Çünki Peygamberimiz, âhir zemân Peygamberidir. Ondan sonra peygamber gelmez. Onun için o peygamber olarak değil de, evliyâ olarak, âlim olarak gelmişdir. Tasavvuf yolunun en yüksek derecesinde, evliyaların en yüksek derecesindedir. O evliyâ da, asrlarda bir yetişir. İşte O Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onlardandır. Kemâlât-ı nübüvvetin hepsi onda vardır.” buyurmuşdu. Mevlânâ Hâlid ismini de hiç duymamışdım. Buradaki kabrde yatan zâta, Hâlid bin Zeyd deniliyor. Herhâlde, bu türbedeki yatan zâtdan bahs ediyor diye düşünmüşdüm. Mevlana Halid isminide not defterime yazdım. Hep böyle yazdım defterime, sorayım bunları diye. (O defter hâlâ evde duruyor) (Efendi hazretlerinden işittiklerimden not aldıklarım defterler hepsi duruyor, fırsat olunca onları size okuyayım inşallah). Bir şeyden haberim yokdu. Efendi hazretleri orada, Yâsîn-i şerif suresini tefsir ediyordu. Yasinin mânâsını anlatdı. Buyurduki; Yâsîn: “Ey benim bahr-i yakînimin sebbahı olan sevgili peygamberim, habibim (yakîn denizimin dalgıcı)” demektir buyurdu. Bunları hiç duymamışdım. (Babamın okuma yazması yoktu. Öğrenmeğe vakti olmamış. Ömrü hep muhacirlikle geçmiş. Arkadan düşman kovalamış, onlar kaçmış, 93 harbinde gelmişler. Onun için bize pek bir şey öğretemedi. Fakat öğrenebilmemiz için çok uğraştı. Yalnız hesabı çok kuvvetli idi. Meyve hâline meyvehoş denirdi, meyvehoş da kantar memuru idi. Mesela 7 kerre 37 yi hemen bilirdi). Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devamlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimide, kimin sevilip, kimin sevilmeyeceğini öğrendim. Va’z beş dakikada bitdi. Ne çabuk bitdi dedim. Meğer, öyle dalmışımki, bir saat geçmiş, bana beş dakika gibi, bir an gibi gelmişti, ders bittiğinde rüyadan uyanır gibi kendime geldim. Herkes dışarı çıkarken, câmi’ kapısında eğildim pabuçlarımı bağlıyordum, iplerini geçiriyorum. Askeri pabuç olduğundan iplerini bağlamak uzun sürüyor. Birisi omzuma eğildi, çok tatlı bir ses tonu ile “Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” dedi. Bir de bakdım ki biraz evvel vaaz eden hoca efendi, Abdülhakîm Efendi hazretleri idi bu. “Baş üstüne efendim” dedim. Tabii ozaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle isteyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, dua ettim, istedim de kavuştum. Bakın Abdülhakim efendi hazretleri, bir görüşde, "seni sevdim" diyor. Halbuki Evliyânın sevgisini kazanmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Kırk-elli sene hizmet ediyorlar ki, gözüne girsin, teveccühünü kazansın diye. Büyük bir zâtın kalbine girmek, sevgisini kazanabilmek için, senelerce hizmet edip, karşısında edeble boynunu bükmek lazımdır. Daha beni ilk görüşde "Küçük efendi seni sevdim" dedi ve evine de davet etdi. Hem sevmek, hem de davet...Onlar yalan söylemez ki, Evliyâ yalan söylemez. (Bu yola zahmetsiz, imtihansız kabûl edildim. Bir de İmâm-ı Rabbâni hazretleri var böyle. Diğerleri ağır imtihanlardan geçerek, senelerce çile çekerek kabûl edilmişlerdir.) Büyüklerin bir iltifatına kavuşmak için senelerce hizmet etmek lâzım. Biz hizmet etmeden iltifata kavuştuk. Ne büyük seadet ya Rabbi, ne büyük ni’met. Allahın bir velîsi davet ediyor. Hemen gitdim elhamdülillah. Davet etmese idi, gidemezdim. Kendisinin davet etmesinden cesaret alarak hemen gittim. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:19 pm | |
| |
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] C: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)
Abdülhakim efendi hazretlerinin evine gitmesi ve İdris köşkü: 1998 senesinin ekim ayının 24 ünde Regaib kandili vesilesiyle, Yalovadaki seadethanelerine, kandil ziyareti için gittiğimizde, huzurlarına kabûl edilmekle şereflenmiştik. Ogün buyurdularki; Mü’minler bir araya toplanınca, kalblerindeki nûr, birbirine aks eder, te’sir eder. Hele aralarında bir de, Allahü teâlânın sevdiği velî bir kulu varsa, Onun kalbindeki nûr şu lamba gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri yoksa, öyle büyüklerin muhabbeti aydınlatır. Bunun için, O zâtın yanlarında olması, hattâ diri olması şart değildir. Vefat etmiş olsa da, Onun muhabbeti, feyz almağa sebeb olur. O büyüklerin sevgisini kazanmak ne büyük müjdedir. İşte ben, böyle büyük bir zâtla Eyyûb Câmi’inde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. Bir gün Bâyezid Câmi’ine girdiğimde, tesadüfen gördüm. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi, ama derse yetişecektim, fazla duramadım. Çıkarken bu zâtın kim olduğunu, Cum’a günü Eyyûb Sultanda va’z etdiğini öğrendim. O zamân ta’til Pazar değil, Cum’a günü idi. Süleymaniyede bekirağa bölüğü denilen yerde kalıyordum. Cum’a namâzına Eyyûb Câmi’ine geldim, hiç duymadığım, bilmediğim şeyleri dinlerken çok zevk aldım. Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum, “Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasında, arada bir gel de, sohbet ederiz” diye bir ses işitdim. İlk görüşde “Seni sevdim” dedi. Büyük bir zâtın kalbine girmek için, senelerce hizmet etmek ve sevgisini kazanmak lazım. Bana ilk görüşde, "seni sevdim" dedi. “Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz.” Buyurarak davet etmesinden cesaret alıp, evine gittim. Davet etmeseydi gidemezdim. O zaman Cuma günleri tatil idi. Bir sonraki cuma gününü sabırsızlıkla bekledim. Cuma gün olunca, heyecanla evine gitdim. Bahce kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selim Hân yapdırmış. Altı türbe, üstü köşk idi. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. O köşk, çok güzel bir yerde idi. Oradan haliç görünürdü. Sonradan onu yıkdılar, kabrlerin üstüne çatı yaptılar. O köşke ilk ve son defa girmiş oldum. Sonraki gittiğimde köşk yoktu. Ogün gittiğimde, Abdülhakim efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim, Efendi hazretleri köşeye sedirin üstüne oturmuş, önünde bir rahle vardı, kayınpeder Ziya Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuş, rahledeki kitabdan okuyor, Efendi hazretleride, Ziya beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. O zamân Ziya beyi de tanımıyorum tabii... Oturacak yer yoktu, salon mahşer gibi kalabalıktı, her yer dolu idi. Zaten edebimden içeriye giremedim, utandım. Kapının dış tarafına, sofaya oturdum dinliyordum. Biraz sonra, henüz bir dakika geçmeden Efendi hazretleri başını kaldırdı, beni gördü. “Küçük efendi, sen buraya gel” diye beni yanına çağırdı. Ayaklarının dibinde bir kişilik boşluk vardı. Beni oraya oturtdu. Edebimden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. Biz bütün kazandıklarımızı edebimiz sayesinde kazandık. Ogün gitmeğe başladım, hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, on sekiz yaşında gençdim. Elhamdülillah daha ilk görüşde teveccüh etdi. Teveccüh demek, sevmek demekdir. Abdülhakim efendi hazretlerinden ilim öğrenmesi: 1993 senesinin ağustos ayının 5 inde, eczaneden dönerlerken, Yenibosnada İhlâs motor'u ziyaret etmişlerdi. Hocamızın çok sevdiği, pekçok kıymetli insanın kalbinde “sakallı dede” olarak taht kurmuş olan babam, (Muammer dede), Mübarek hocamızı karşıladı, binanın çeşitli bölümlerini gezdirip malûmat verdikten sonra, Bahcedeki çiçeklerin arasındaki havuzun kenarındaki sandalyelerde oturdular. İhlas motor çalışanları, bir gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp sevince gark olan biçareler gibiydi. Hocamızın mübarek ağzından inci tanesi gibi saçılan sözlerini dinlemekle mesrur oluyorlardı. Hocamız ogün buyurdularki; “İnde zikrissalihin tenzilürrahme”. Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsait zemânlarda toplanıp kitâb okusunlar. Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz... İslâmiyyetin en büyük düşmanı cehaletdir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem ne buyuruyor; “Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz”. İlm öğrenmek farzdır. Farzları öğrenmek farz, vacibleri öğrenmek vacib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmekde farzdır. Öğreneceğiz ki, sakınacağız. “Talebül ilmi farîzatün ala külli müslimen ve müslimetün.” “Müslimânların -erkek olsun, kadın olsun- ilm öğrenmesi farzdır” diyor Peygamber efendimiz. Yedi yaşından beri okuyorum, hâlâ okuyorum, kitâb okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. Bizim kitâblarımız çok kıymetli, niçin çok kıymetli? Çünkü içinde bana ait hiçbir yazı yok. Hepsi, büyük âlimlerin sözleri. Pırlanta yanında cam parçası olur mu? Abdülhakîm efendi hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitâbdan tercüme etdim. Beni Ankaraya tayin etdiklerinde, Mübarek bana mektûb gönderirdi. Bir mektûbunda; “Aziz Hilmi” diye yazıyor. Aziz ne demek; sevimli demek. İçinde diyor ki, “Bir zamân gelecek, din bilgileri Hilmiden sorulacak.” Evde saklıyorum o mektûbu. Şimdi bütün dünyâ bize soruyor. Öğrendiğim her şeyi Abdülhakim efendi hazretlerinden öğrendim. Maddî manevî, elime geçen her şey, Onun bereketiyle olmuştur. (Arabî ve Farisî öğrenmesi): Abdülhakim efendi hazretleri, senelerce bana arabca öğretdi. Şaşırırdım arabcayı nasıl okuyorlar diye. Kur’ân-ı kerîm okuyoruz. Üstün, esre ve ötre var. Ama arabca kitâblarda, üstün, esre yok ki. Nasıl okunur aklım ermezdi. Mübârek, onları öğretdi bana. Benimle hususi ilgilenirdi. Emsile, sarh, nahv okutup ezberletdi. “Bunu 1000 kerre okuyan hiç unutmaz. Sen zekisin, 500 kerre sana yeter” buyururdu. Öğrendiklerimi, yollarda, tramvayda hep okurdum, ezberlerdim. Gelince, Efendi hazretleri, ezberlediklerini oku bakalım derdi. Okurdum, aferin derdi, çok sevinirdi. Hoşuna giderdi. Hadi bir daha derdi. Birkaç senede Arabcayı öğretdi, Fârisîyi de öğretdi. Hem Arabî, hem Fârisî öğretdi. Ondan işitdiklerim aklımdan çıkmıyor. Başka şeyleri unutabiliyorum, fakat efendiden işittiklerimi hiç unutmuyorum. Mürşid olgun, mürid uygun olunca, ya’nî Mürşid, kamil ve mükemmil (kemale erdirebilen), müridde de muhabbet ve istidat olunca, senelerin işi sâatlere ve saniyelere döner. Mürşid-i kamilin bir bakışı yeter. Diğer ilmlerde de aynı kaide vardır. Hoca, mahir ve müşfik olursa, talebe de zeki ve çalışkan olunca öğrenilmeyecek hiçbir ilm yoktur. Efendi hazretleri bize hususi emek verirdi, hususi birşekilde ilgilenirdi. Abdülhakim efendi hazretlerine her gittiğimde yanına oturturdu, elini elime verirdi, cebinden kağıt çıkarırdı, yazar yazar, “Al bunu oku” derdi. Okurdum, okuyamazdım, yanlış okurdum, gülerdi mübârek. Kendisi düzeltir, öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan bir müddet, sadece elini tutturup sıktırmıştı. İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni alırdı yanına, sandalyeye otururdu mübârek, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu. Elini uzatırdı, “Tut elimi” derdi. Tutardım. “Sık” derdi. Elini sıkardım. Sıkardım… “Daha sık, daha sık” derdi. Sıkmakdan yorulurdum efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zannederdim, gevşetirdim elimi, çünki yorulurdum. Tam elimi gevşetirken gözlerini açar, “Sık” derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir? Onların bütün vücudları zikr edermiş, Evliyânın bütün zerreleri zikr edermiş. Mektûbatda var bu. Bütün zerreleri zikr eder diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik, Seadet-i Ebediyeye de yazdık bunu. Elini sıkdırıyor ki, o zikr benim kalbimede sirayet etsin diye.
Mesajı son düzenleyen prihana ( 20-12-09 - 19:44 )
|
| |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm | |
| Bir sene sonra ders okutmaya, arabca öğretmeye başladı bana. Millet bahcede namaz vaktini beklerdi. Daha yarım saat varken, Mübarek beni içeriye odaya alırdı, Arabî öğretirdi, sarfı nahiv öğretirdi. Cebinden kağıt kalem çıkarır kendisi yazardı yazardı mübârek, bana verirdi, al bunları oku ezberle derdi. Evvela kendi okurdu, okurken ben hareke koyardım, hemen giderken yolda, tramvayda, ezberlerdim. Ertesi gün gidince ne yapdın derdi, ezberledim efendim derdim. Oku bakayım derdi. Bir okurdum aman ne hoşuna giderdi mübareğin. Hadi bakalım sana yeni ders vereceğim derdi. Böyle arabi, fârisî öğretdi. Yoksa O kitâbların ismini bile bilmiyordum. Okumak şöyle dursun, böyle şeyler varmıymış, yokmuymuş haberimiz yoktu. Hatta türkçe kitâbları bile Ondan öğrendim. Malumat-i Nafia diye bir kitâb vardı, al oku bunu fâidelidir buyurdu. Biz onu şimdi bastırdık. Bir numaralı kitâbımız oldu, isminide “Fâideli bilgiler” koyduk. Efendi hazretleri tavsiye etti bize onu. Hep Efendi hazretleri'nin methetdiği, tavsiye etdiği kitâbları bastırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. “İnde zikrissalihin tenzilürrahme”, hadîs-i şerîf bu. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem ne buyuruyor, Allahü teâlânın sevdiklerinin, Evliyâlarının ismi bir yerde söylenirse oraya rahmet yağar. 1929 senesi daha onsekiz yaşında idim. Yedi sene devamlı gitdim. Bazan sabah namâzında giderdim, yatsıya kadar ayrılamazdım. Yemek vakitlerinde, Şakir efendi ile haber gönderir, Hilmiyi çağırın derdi. Masada tam karşısına otururdum. Abdülhakim efendi hazretlerinin yanında dünyayı unuturdum, yanından ayrılamazdım, sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyayı yeniden görüyor gibi olurdum. Ne tatlı günlerdi. Allah onların sevgisinden ayırmasın bizi. Zaten onlar bir insanı severse, o da onu severmiş. Bizim ev Fatihde idi. Eyyûbsultandan vapurla köprüye gideceğim. Köprüden tramvayla Fatihe gideceğim. Son vapuru beklerdim. Bakardım, “Son vapurun kalkmasına yarım saat var” derdim, “5-10 dakika daha oturayım” diye düşünürdüm, ayrılamazdım. Bir de bakardım, 10 dakika var. “Koşa koşa inerim yokuş aşağı, 5 dakikada giderim” diye düşünürdüm. “5 dakika daha otursam kârdır” derdim. Bir de bakardım 5 dakika var, “kalkmıyacağım ne olursa olsun” derdim. İskeleye gidince bakardımki, vapur kalkmış, yarım sâat, bir sâat olmuş. Yürüyerek Fatihe giderdim. 5-10 dakika diyerek , vapuru kaçırırdım, başka vasıtada yoktu. Gece yürüyerek giderdim. Mübârek, bana arabcayı, farscayı öğretdi. Efendi hazretleri nereye gitse, ben de peşinden giderdim. Bazan herkes bahçede oynarken, ben Efendi hazretlerinin dizinin dibinden ayrılmazdım. Efendi hazretlerinden hiç duymadığım şeyleri duyardım, defterime not eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de benden değildi. Beni Kendisi cezb ederdi. Yâni cezbetmek de Efendi hazretlerindendi. Sanki elli sene sonrasını, bu günleri görmüş gibiydi. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Efendiden hiç ayrılmazdım, her hareketine dikkat ederdim ve hep onu dinlerdim. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpınırdım, her fırsatta yanına giderdim. Başka camilerdeki vaazlarınada giderdim. Arabî ve Farisî okutmadan evvel, bazı türkce kitablardan ders verdi. Sonra arabî ve farisî okuttu. Emsile, avâmil, simâ'î masdarlarını, emâlî kasîdesini, Mevlânâ Hâlid dîvânını, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti. Bir şey öğretmediği birgün olmamıştı. İmâm-ı Begavî'nin "Kazâ-kader" hakkındaki yazısının, Arabî'den Türkçeye tercümesini yaptırdı bana. Gece evde yazdım, ertesi gün götürdüm. "Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır). Bir gün bahçede kanepede oturuyorduk, başını kaldırdı; "Beni dinleyen kazanır, ama dinleyen yok" buyurdu. Sonra ilave etdi; “Ama sen dinlersin, değil mi” buyurdu. Evet efendim dedim. Subay olduğum halde yüzüne bakamazdım. Hep önüme bakardım. Efendi hazretlerinin yüzüne baktığım vaki değildir benim. Kalbi kırılır diye korkardım, üzülecek diye ödüm patlardı. Efendi hazretleri, mübârek, çekti kurtardı bizi. Din ve dünyâ seadetini verdi. Öyle ni’metler içerisindeyiz ki... Dünya ve ahiret ni’metleri içinde yüzüyoruz. Hep bunlar Efendi hazretlerinin bereketidir. Bütün kazandıklarımız Abdülhakim efendi hazretlerinin bereketi ile olmuştur. Allahü teâlâ inşâallah âhırette de huzurlarından ayırmaz bizi. Hadîs-i şerif müjde veriyor. “El mer’u mea men ehabbe.” insan, dünyâda kimi severse, âhırette onun yanında olacak. Biz de Onları seviyoruz. Bu sevgiyi de bize veren gene onlar. Sevgi yukarıdan aşağıya gelir. Onlar kendilerini sevdirdi. Biz sevmeyi bilemezdik. Zaten ilk gördüğümde talebeydim.
Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındaki, "Kazâ-kader" hakkındaki bilgi; Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacakdır. Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden “radıyallahü anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu. Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.) Yıldızları takması ve bazı mühim müjdeler alması: 1993 senesinin şubat ayının 6 sında (14 şaban 1413) Berat kandili vesilesiyle, Fatih’deki seadethanelerine, kandil ziyareti için gittiğimizde, huzurlarıyla şereflenme seadetine kavuşmuştuk. Mübarek hocamız o gün buyurdularki; Abdülhakim efendi hazretlerini tanımak, Allahü tealanın bana en büyük lûtfu olmuştur. O'nun yanında dünyayı unuturduk. Ömrümün en zevkli dakikaları O'nunla beraber olduğum zamanlardır. Bana çok müjdeler verdi. Mesela; Ben evleneceğim zaman, Efendi hazretlerine, Ben evlenmek istiyorum dedim. Efendi hazretleri de “Kiminle evleneceksin” buyurdu. Ben de, “Siz kimi emr ederseniz, onunla” dedim. Efendi hazretleri sevindi. “Öyleyse sen Ziya Beyin kızıyla evlen” buyurdu. Bu benim için bir müjde oldu. Çünki Ziya bey'e hususi sevgisi vardı. Herkes ençok Ziya bey'i sevdiğini bilirdi. Hatta bir gün Efendi hazretleri ellerini kaldırdı, “Yâ Rabbi Ziya kulunun bana yapdıklarına karşılıkda bulunamıyorum. Onun mükafatını sen sonsuz rahmet hazinelerinden ver. Onu sana havale etdim” diye düâ etdi. Biz evlendikten sonra, Efendi hazretleri bizim hanıma, “Hilmi’den memnunmusun” buyurdu. Bizim hanım da, memnunum dedi. Efendi hazretleri; “Sen benim hem kızımsın, hem gelinimsin” buyurdu. Bu da benim için çok büyük bir müjde oldu. Sen benim gelinimsin ne demek? Hilmi benim oğlumdur demek. Bu sözün ma’nâsı budur. Ben bu müjdeyi aldım, elhamdülillah. Bunlar yadigar haberler. Bunları kitâblar yazmaz, kimse de bilmez. Elhamdülillah, çok büyük müjde aldım Efendiden. Bir müjde de, daha önce almışdım. 1932de eczacı subayı çıkdım. Yıldızları takdım, sırmalı elbise giydim. (Sırmalı elbise vardı o zemân, şimdi yok. Sırma ve yıldızlar yakaya takılırdı, şimdi sadece omuza takılıyor). Sırmanın üzerindeydi yıldızlar. Yeni elbiseleri giydim, doğru Efendi hazretlerine gittim. Yirmibir yaşındaydım o zamân. Gitdim bakdım câminin önünde oturuyor. Yanına oturdum. Hiç sesini çıkarmadı mübârek. Hasır bir koltukda oturuyordu, bende yerde oturdum. Kimse yokdu başka. Câmi’nin sofasında, Efendi hazretlerine hizmet eden Şakir efendi vardı sadece. Şakir efendi kim biliyormusunuz.. Efendi hazretleri Vandan İstanbula hicret ederken çok sıkıntı çekmişler. 1919 da, Birinci cihan harbinin sonlarında, Ermeniler birçok müslimânları kesmişler. Ermeniler, Ruslardan aldığı silahlarla müslümân köylerini basmışlar. O zaman Efendi hazretleri, yüzelli kişilik kafilesini alarak hicret için yola çıkıyor. Evvela Iraka, Musula, Musuldan Adanaya, Adanadan Eskişehire, Eskişehirden de İstanbula geliyor mübârek. İstanbula gelene kadar otuz kişi kalmışlar. Yaya olarak, aç, susuz, para yok. Ne sıkıntı çekmişler. Efendi hazretleri İstanbula gelirken Eskişehirde de kalmış. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm | |
| Abdülhakîm askerdeyken, Eskişehire gitdim. Eskişehirde bir câmiye gitdim. Kurşunlu câmi’ine. Yaşlı birisine sordum. Abdülhakîm efendi bu câmiye de geldi mi dedim. Bu câmi’de kaldı. İşte şu odalarda kalıyorlardı dedi. Hatta, oğlu Enver vardı. Burada vefat etdi. Cenazeyi kaldıracak paraları da yokdu. Sabahleyin cemâ’at gelsin de, cenazeyi kaldırsın diye sabaha kadar oğlunun başında bekledi. Çok sıkıntılar çekdi. Hiçbir baba, onun yapdığını yapamaz dedi. Ermeniler çok müslimân kesmişler o zaman. Oğlu Mekki efendi anlatırdı, “Hicret ederken gencecik kadınlar, çocuklar yürüyorlar. Dinlenmek yok, arkadan ermeniler kovalıyor. Kadınlar, çocuklarını taşıyamaz hale gelip, bir ağaç altına bırakıp yoluna öyle devam edermiş. Kadınların elinde, kucağında, karnında 7-8 tane çocukları var. Eşya da var. Yorulunca eşyaları atıyorlar, çocuklarıda taşıyamaz duruma gelince, arkadan gelen daha güçlü birileri alsın diye bazı çocuklarını ağaç altına mecburen bırakırlarmış, bırakmazlarsa zaten kendileride ve diğer çocuklarıda ölecek.. Hep böyle ağaçların altında, kundakda veya bir iki yaşında yatan çocuklar görürdük diyor. Anaları kucağında taşımış çocuğunu, fakat oraya gelinceye kadar yorulmuş kadın. Çocuğu taşıyacak hali kalmamış. Çocuğu götürse kendisi düşüp bayılacak. Mecbur oluyor, böyle ağacın altında bırakıyor.” diyordu. Önceki gidenlerden birinin ağaç altına bırakdığı bir çocuğu Efendi hazretleri bulmuş, acımış, yanına almış, getirmişler İstanbula. İşte Şakir efendi o kişi. O Şakir efendi, Efendi hazretlerine hizmet ederdi. 1932 de onbeş yaşındaydı o zamân. Ben Efendi hazretlerinin yanında yeni subay elbilelerimle otururken, Şakir efendi kapıyı açdı içeriye girdi. Daha beni öyle görünce “Ooo, Hilmi abi sen subay mı oldun, Aman da subay elbisesi ne kadar yakışmış sana” dedi. Bu sefer de döndü Efendi hazretlerine, “Efendim baksanıza Hilmi abiye, sırmalı yıldızları takmış, ne güzel de yakışmış değil mi efendim” diyor. Efendi hiç cevab vermiyor. “Efendim bir kerre baksanıza Hilmi abiye ne olmuş?” dedi. Bu sefer Efendi ona döndü; ”Sen Hilminin yıldızlarını yeni mi görüyorsun, Hilmi yıldızlarını üç sene evvel takdı” dedi. Hakikaten ben Efendi hazretlerini onsekiz yaşında, üç sene evvel gördüm. Aman ne hoşuma gitdi. Demek ki, Efendi hazretlerini görmek, hakiki yıldızı takmakmış (kabûl edilmekmiş). Bu benim için en büyük bir müjde oldu. Hem, "O yıldızları onsekiz yaşında takdı" dedi, hem de bizim hanıma "Sen benim gelinimsin" dedi. Müjdedir bunlar. Bu iki müjde bana yeter. Efendi hazretleri bana yazdığı bir mektubda “Sevilen” kelimesinin başına “pek çok” koymuş, “pek çok sevilen" olmuş. Sevilen deseydi kâfîydi, ne büyük müjde. Bunlar kalbinden gelmese yazmaz. Kalbinden geliyor bunlar mübareğin. Bunları söylemekden maksadım, büyükler buyuruyor ki; “İnde zikrissalihîn tenzilürrahme” Allahü teâlânın sevdiği kullarının ismi konuşulursa oraya rahmet yağar. Efendi hazretlerinin ismini, rahmet yağsın diye söyledim kardeşim. Çarşamba günleri sütlüce sohbetleri: Kıymetli ömürlerinin son senelerini yaşadıkları, sarıyerdeki seadethanelerine, aradabir cuma ziyaretine gitmekle şereflenirdik. Bu vesile ile cuma namazınıda beraber kılar, kalblere şifa olan mübarek sohbetleri ile bereketlenirdik. Mücahidler babası buyurdukları, (babam) Muammer dede’yi, pek sevdikleri için, cuma günleri huzurlarında görmek isterlerdi. Gelemediği günlerde, Muammer bey bugün yokmu buyururlardı. Babam’da her cuma mübarek hocamızın huzurlarında bulunmayı âdet haline getirmişti. Bu vesile ile babama tufeylî olarak, sık sık cuma günleri, mübarek hocamızın huzurları ile müşerref olurduk. Seadethanelerine ilk gelen birisi varsa, tam karşılarında bulunan sütlüceyi, 60 sene kadar evvel, mübarek hocası Abdülhakim efendi hazretleri ile sütlücedeki hâtıralarını, (çoğu kere gözyaşları ile) öyle kalbden anlatırlardı ki, Ogünleri yaşıyor gibi olup, herkeside çok kolay bir şekilde yarım asır evveline götürüp, Ogünlerdeki tatdıkları zevki, sevdiklerinede tatdırırlardı. Sütlüce hatıralarını Mübarek hocamızdan çok defalarca dinlemek nimeti ile şereflenmiştik. Mübarek hocamızın sohbetleri okadar tatlı, okadar zevkli, okadar têsirli idi ki, dinlediklerimiz, beynimize kayd edilirken, aynısı kalbimizede kopyalanırdı. Dolayısıyla, O’ndan işittiklerimizi seneler sonra bile çok kolay hatırlayabiliyoruz, yani unutmuyoruz. Mübarek sözleri kalblerimize öyle nakış nakış işlenirdiki, mermere yazılan yazı gibi, seneler sonra bile silinmiyor. Temiz ruhlarının aynası olan sohbetlerini dinleyenler, kendi kalblerinin rahatladığını hisseder, bir gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp mest olan bîçareler gibi sevinc’e gark olurlardı. Koyu karanlık bir gecede, bir ziya menbaına malik olan, bir ışığa malik olan bahtiyarlar gibi rahat olurlardı. Mübarek hocamızın sözlerinde öyle değişik lezzet ve tat vardı ki, tarifi mümkün değil. Bazı şeyler vardırki anlatmakla anlaşılamaz, o hâl yaşamakla anlaşılır. Mübarek sohbetlerinde bulunanların dünya ile ilgisi kesilir, sanki cennet hayatı yaşıyor gibi olurlardı. Dışarıya çıkınca ancak, dünya varmış diye hatırlanırdı. Sohbetlerinde bulunanların kalblerinden dünya sevgisini yavaş yavaş, hissettirmeden çıkarırlardı. Cenab-ı Hak, hak ile bâtılı tefrik eden nûru, Bu mübarek Zâtın kalbine ihsan buyurmuş. Sohbetlerinde bulunanlar ve eşsiz hazine olan eserlerine kavuşanlar, bu nur’dan kırıntılara kavuşurlar. 1994 senesinin nisan ayının 8.günü, gene bir cuma ziyareti için gittiğimizde, Abdülhakim efendi hazretlerinin talebelerinden hayatta kalan birkaç zevât-ı kirâm’da misafir olarak gelmişlerdi: O gün mübarek hocamız buyurdularki; Efendim burası Sarıyer, karşı sahile Sütlüce diyorlar. Yaz gelince, çarşamba günleri boğaz gezisine çıkardık. 60 sene evvel oraya, sütlüceye, Abdülhakîm efendi hazretleri ile giderdik. Orası şimdi askeriyenin. O zamân serbestdi. Vapur iskelesi de vardı. Sütlüce iskelesi denirdi oraya. Şimdi o iskele yok. Köprüden binerdik vapura, sütlüce iskelesinde inerdik. Yüz metre kadar yürürdük. Karşıki beyaz binalar 50-60 sene evvel Kur’an-ı Kerim mektebi idi. Onun yanındaki ağaçların altında otururduk, üst tarafındaki set üstünde de hanımlar otururdu. Orası mesire yeri idi, yabancılarda gelirdi oraya. Orada ağaçların altında yirmi otuz kişi otururduk, sohbet ederdik. Neler anlatırlardı neler. Efendi hazretleri orada Şevahid-ün-nübüvve’den ders verirdi, sonra denize girerdik, yemekler yenirdi. Ağaçların altında masalar, sofralar kurulur, kebaplar, balık kebapları yapılırdı. Aman ne tatlı, ne tatlı günlerdi Ya Rabbi. Maddi manevi rızklanırdık orada. Şimdi hayali kaldı. O günleri hatırladıkça ağlamamanın imkanı yok. O ağaçların üstündeki tepede de Yûşa hazretlerinin kabri var. O günler, şu an gibi gözümün önünde. Hiç unutmuyorum. Sabahtan birkaç kişi giderler, hazırlık yaparlardı. Rahmetli terzi Mustafa efendi, Mustafa kaptan, Cevat bey erken giderlerdi. Daha sabahdan balık kebabı yaparlardı, kızartma yaparlardı, masaları kurarlardı, sofraları hazırlarlardı. Biz de Efendi hazretleri ile beraber öğleden sonra gelirdik ki sofralar kurulmuş, her şey hâzır. Yemekler yenirdi, çok tatlı sohbetler olurdu orada. Çaycı da Hâlid beydi, Allah rahmet eylesin. Biz öğleden sonra Efendi hazretleri ile Vapurla giderdik. Vapurun üst katında arka tarafına otururduk. Mübârek vapurda bile ders verirdi bana. Hiç unutmam. Geçen gün evde bir kağıt gördüm. Baktımki, vapurda yazdığım kağıtlardan... Kunut duâsı. “İnnâ nesteînüke..” . 1929 senesinde, vapurda yazmışım onu. Efendi hazretleri bana onun ma’nâsını anlatmış, bende kağıda yazmışım. Kunut duâsını vapurda öğretdi bana mübârek. Vapur çok kalabalık olurdu. Tâ galata köprüsünden sütlüceye kadar, kimse ile konuşmazdı, hep bana anlatırdı. Anlatır, anlatır, ben de yazardım. Birkaç dâne defterim var böyle. Hep Efendinin buyurduklarını yazmışım. Fırsat bulunca size o defterleri okuyayım inşallah. Elhamdülillah, ne büyük ni’met, ne büyük seadet bir Evliyâyı tanımak. Onları sevmek, en büyük dünyâ seadetidir. Elhamdülillah ki, seviyoruz onları. Görmek şart değil ki, Onlar dünyânın bir ucunda bulunsalar yine haberdar olurlar. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:20 pm | |
| Karşıki tepede Yûşâ hazretlerinin kabri var. İşte tam onun altında Efendi hazretleriyle oturduğumuz ağaçlar var. Orada mübârekle evvela nemâz kılardık. Aşağıda erkekler otururdu. Yukarıda da set üstünde kadınlar otururdu. O set üstü de kadınlara mahsus idi. Yabancı kadınlarda olurdu orada.. Bizim rahmetli kayınvalide Sueda hanım da orada otururdu. Dedi ki bize; Heybeli adadaki rum mektebinden gelen tahsilli kadınlar vardı dedi. (Rum papazlar, orada okurlar. İstanbulun en zengin kütübhanesi orasıymış efendim. Süleymaniyeden daha çok kitâb varmış. Hep eski çağlardan kalma rumca, eski romadan kalma. Osmanlılar hiç dokunmamışlar. Bakın Osmanlı medeniyetine. Osmanlının yerine rumlar olsa yağma ederlerdi). Yukarıda, o arada oturan kadınlar bakmış ki aşağıda bir kalabalık var. Herkes birisinin etrafında toplanmış. O birisi birşeyler anlatıyor, diğerleride de dinliyorlar. Merak etmişler, iki üç dâne rum kadını biz de gitsek dinlesek olurmu acaba demişler. Onlarda inmişler aşağıya, Efendi hazretlerinin yanına gelmişler. Efendi hazretleri kendinden geçmiş, Mektûbât okutuyordu o zaman. Rum kadınlar gelmişler, Efendi hazretleri otururken bunlar da yanı başında ayakta, on onbeş dakika dinlemişler. Çok hoşlarına gitmiş. Sonra çıkmışlar yukarıya, demişler ki; “Çok büyük âlim, çok derin felesof, felesof” demişler. Efendi hazretleri için; “Neler biliyor, neler biliyor, derya” demişler. Kimbilir, mübârek ne anlatıyordu, onlar gelince, onlara göre birşeyler anlatmışlardır. O büyükler kalb mütehassısıdır. Anlarlar, muhataba göre anlatırlar. Efendi hazretlerinin orada oturmaları gözümün önüne geliyor. Bizim kayınpedere çoğu zaman Şevahid-ün-nübüvve kitâbını okutur, kendisi de izah ederdi. Molla Abdurrahman Câmî hazretlerinin Şevahid-ün-nübüvve kitâbını bastırmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Bizim kayınpederi çok severdi, ona okuturdu, kendileri de izah ederlerdi. Sohbetten sonra, bazanda balık kebabından sonra, Efendi hazretleri, isteyenler denize girsin diye izin verirdi, müsaade ederdi. Herkes, diğer talebeler edebinden denize girmek için biraz uzağa giderlerdi, Efendi hazretlerinden utanırlardı. Efendi hazretleri yalnız kalırdı. Bizim kayınpeder evden Efendi hazretleri için havluları, hamam takımlarını getirirdi, Efendi hazretleri de denize girerdi. Fekat hizmet etmek için de birisi lâzım. Bana, “sen gel” buyururlardı. Denize beraber girmek için Efendi hazretleri benim elimden tutardı. Efendi hazretleri ile beraber peştamal ile denize girerdik. Orası kumdur, bizim girdiğimiz yer sığ’dı, biraz gider el ele tutuşup kumların üstüne otururduk. Su göğüs hizasına kadar gelirdi. Başımız suyun dışında kalırdı. Vapur geçince, bazan dalga gelince suyun içinde kalırdık. Sular üstümüzden geçerdi. Efendinin mübarek sakallarından ip gibi sular akardı. Ben suları alıp Efendi hazretlerinin sırtını ovardım. Efendi hazretleri ile denize girince, “gel bakalım ders yapalım” derdi. Denizde bile boş vakit geçirmezlerdi. Birkeresinde “İza zülziletil erdı zilzaleha” sûresinin tefsîrini yapdılar. Yarım sâat sürdü. Buyurmuşduki; “Su içinde, denizde ders yapmak hoş olur, güzel olur. Çünki Abdülhalîk Goncdüvânî hazretlerine Hızır aleyhisselâm havuzda ders verirdi”. “Abdülhalık-ı Goncdüvânî hazretleri havuzda iken Hızır aleyhisselâm gelir, tesavvufdan bazı ince bilgileri öğretir, zikir telkin ederdi. (Türkistanda deniz yok tabii, büyük havuz var). Onun için denizde bunları okumak, Hızır aleyhisselâmın sünnetidir “derdi. Efendi hazretleri ile çok güzel vakt geçirdik. Orada yukarıda da Yuşa Peygamberin kabri var. Tabii onun kabri olduğu kat’i değildir. Bazı arabî kitâblarda, onun kabri Nablus şehrindedir diyor. Fekat ne olursa olsun, onun kabri olmasa bile makamı olur. Hiç değilse münasebeti var. Çelebi Mehmed zemânında sadrazam olan Ziya paşa, oradaki mescidi yapdırmış. Müslimânlar da kabrini yapdırmışlar şefaat etsin diye. O zemânın insanları uzunmuş. Uzun bir kabr var orada. 1939 senesiydi, sütlüceye gittiğimiz birkeresinde, Efendi hazretleriyle beraber 10-15 kişiydik, Anadolu kavağına gittik. İskeleden çıkıp, Camiden ileriye doğru gidince kumdöken suyu var. Orada kahvehane vardı. Kumdöken suyunun yanında hasırlar serildi, namaz kıldık, sohbet ettik. Kumdökene o sıralar, birkaç kere daha gittik. Ne güzel günlerdi Ogünler… Buradan hergün Efendi hazretleri ile ozamanlar oturduğumuz yerlere bakıyoruz, o günleri hatırlıyoruz. O büyüklerin basdığı topraklara bakmak, O büyüklerden istifade etmeğe, feyz almağa sebep olur. Efendi hazretlerinin rûhaniyeti orada vardır. Velîlerin bulunduğu yerlerde kıyamete kadar rûhlarının irtibatı vardır. Oranın üst tarafında da Yûşâ aleyhisselâm var. Onunda rûhu bizi seyrediyordur. Böyle mübârek bir yerdeyiz. Velîlerin rûhu, anıldığı yere de gelir. Hem, Efendi hazretlerinin rûhaniyeti de var karşıda. Onların rûhaniyeti bin sene dahi devam eder. “Şeâir” denir ona. Meselâ Sakal-ı şerîf böyledir. Bindörtyüz seneden beri mübârek Sakal-ı şerif öyle kullanılıyor. Efendi hazretleri vefât edeli şimdi elli seneyi geçdi. Altmış sene evvel orada oturuyorlardı. Basdığı yerlerde, hatta bakdığı yerlerde gözlerinin nûru vardır şimdi Onların. Severek kim bakarsa oradan feyz alır efendim. Onların basdığı yerde feyz vardır. Sözlerinden olduğu gibi hareketlerindende istifade edilir O büyüklerin. Büyükler buyuruyorlar ki: “Lîsan-ı hâl, lîsân-ı kâlden entakdır.” Ya’nî, hâl ile anlatılan, söz ile anlatılandan daha te’sirlidir. Lîsân-ı hâl derler ona. Çok te’sirlidir. Cenâb-ı Hakkın lütfu, Efendi hazretlerinin himmetleri ile, elhamdülillah bize nasîb oldu burası. Onlar o zamân orada otururken görmüşlerdir bizim burada oturacağımızı. Ruhlar için zamân yok çünki. Zaman bu dünyâda var. Rûh âleminde zaman yokdur. Peygamber efendimiz Mîrac gecesinde hazret-i Osmanın (radıyallahü anh) koşa koşa cennete girdiğini gördü. Halbuki hazret-i Osman kaç bin sene sonra cennete gidecek. Ama Peygamber efendimiz mîracda gördü onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar buraları görmüşlerdir. İşin esası sevgi, muhabbet kardeşim. Peygamber efendimiz; “Kişi kimi severse onunla beraber haşrolunur” buyuruyor. Ne demek sevmek, Onun yolunda olmak, Onun sevdiklerini sevmek. Çok şükr Rabbimize, elhamdülillah. Tam Efendi hazretlerinin hayatını yaşamaya ehemmiyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim inşaallah. “El mer’u mea men ehabbe” Müjdedir bize. Hadîs-i şerîf bu. Herkes, dünyâda kimi seviyorsa âhıretde onun yanında olacak. İnşaallah, âhıretde o büyüklerin yanında olacağız efendim. (Bırakmazlar inşaallah.) Kerim, kereminden vaz geçmez efendim. “Men dakka bâbel kerîm in fetehâ.” Efendiden işitdik bunu. Kerimin kapısını çalarsanız muhakkak açılır. İhsan kapısıdır o. Onlar isteyene verirler.. Tıb fakültesinden eczacılığa geçmesi: 1998 senesi ocak ayının 23 ünde, cuma gün, aynı zamanda kadr gecesi idi. Sarıyere Mübarek hocamıza ziyarete gittiğimizde, Huzurları ile şereflenmiştik. Cuma namazını beraber kıldıkdan sonra, sesli olarak dua ediyorlardı; “Sen bizi şeytan şerrinden ve düşman şerrinden ve nefs-i emmâremiz şerrinden muhafaza eyle, evlerimize iyilik ver, halâl ve hayrlı rızklar ihsan eyle yâ Rabbi. Hastalarımıza şifa, dertli olanlarımıza deva ihsan eyle yâ Rabbi. Sen bizleri yevm-i cum’anın ve leyle-i kadrin şefaatine, bereketine nâil eyle yâ Rabbi. Yevm-i cum’a hürmetine, leyle-i kadr hürmetine, günâhlarımızı afv eyle yâ Rabbi, Cennetde de Cemalinle müşerref eyle, kusurlarımızı afv eyle yâ Rabbi”… diyerek dua ediyorlardı. Duadan sonra, istiğfar okudular ve buyurdularki; “Bu istigfâr düâsı çok mühimdir. Bu istiğfar okunan yere, orada oturan insanlara, hepsine rahmet-i ilâhî nâzil olur. Allahü teâlâ hepsinin muradlarını ihsan eder, günâhlarını afv eder. Oturduğu yerler kıyamet gününde şefaat eder. Geçdiği sokaklar şefaat eder diyor Molla Nâmık-i Câmî hazretleri. Onun için istigfâr düâsını her gün okumalıdır efendim” buyurdular. Her zamanki gibi, Abdülhakim efendi hazretleri ile hatıralarından anlattılar. Buyurdularki; “Askerî liseyi bitirmiştim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı, harbiyeye gidecektik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana, sen ne olmak istiyorsun dediler. Ben tıbbiyeye gideceğim dedim. Hay hay zâten senin gitmen lâzım dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 1,5 sene tıbbiyede okudum. Birinci sınıfa f.k.b. diyorlar. Fizik-kimya-biyoloji. Birinci sınıfta bunları okuduk. Üniversite olduğu için, başka memleketlerden de (rum, bulgar) birkaçyüz talebe vardı. Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfa birincilikle geçdim. İkinci sınıfta da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu, bir sömestre altı ay kadar anatomide yalnız kemikleri okuduk, birçok Latince kelimenin hepsini ezberledik. Kemik vizesinide verdim. Profesör de Moşe isminde bir Fransız idi. İkinci sömestrede kadavra dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip baktım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırıl-çıplak ölüler var. Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar, talebeler onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de bıçak veriyorlar, kesip insan vücûdunda neler var, öğrenecekler. İkinci sömestre bunları okuyacağız. Her hafta Efendi hazretlerine giderdim. Efendinin sözlerine bayılırdım, bir şeyler söylesede dinlesem derdim. Efendiyi dinlemek çok hoşuma giderdi. Sene ortasında sömestre tatili olunca, o hafta Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Bende yanına oturdum. Baş başa ikimiz yalnız olarak oturduk. Bana ne okuduğumu sordu. 1,5 senedir tıbbiyede okuyorum da, sormadı mübârek, ogün sordu. “Sen ne okuyorsun?” dedi. Kadavra dedim. Ölüleri keseceğiz, ölülerin içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz dedim. Efendim, tıbbiyeyi bitireceğim, altı sene sonra doktor olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım dedim. “Öyle mi...” dedi Efendi hazretleri. “Ben sana bir şey söylesem dinler misin” dedi. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:21 pm | |
| Elbet efendim, baş üstüne dedim. “Sen doktor olma, sen eczacı ol, eczacıya geç” dedi. Baş üstüne efendim dedim. Fakat, ben askerî talebeyim. Askeri talebeleri kendi kendine geçirmezler, Ankaradan müracaat edeceğiz, ayrıca ben sınıfın birincisi olduğum için, beni geçirmezler eczacıya dedim. “Sen bir müracaat et, istida ver, Allah kerimdir” dedi. Eve gelince söyledim. Annem, ablalarım kıyameti kopardılar. Biz doktor bey istiyoruz, eczacı parçası istemiyoruz dediler. Ben karar verdim, eczacıya geçeceğim dedim. Annem bayıldı. Neyapacağımı şaşırdım. Ozaman süleymaniyede, üniversitenin duvarlarına bitişik barakalar vardı. Askerî talebeler o barakalarda kalıyordu. Eskiden Bekir ağa bölüğü imiş oralar. Bende orada kalıyordum. Onun için sık sık Süleymaniye camiine sabah namazına gidiyordum. Ogün sıkıntılı bir şekilde neyapacağıma karar veremiyordum. Sabah namazına hiç kimse gelmeden, erkenden camiye gideyim, bahcede bekleyip, camiye ilk gelene danışayım diye düşündüm. Erkenden sabaha karşı, Süleymaniye camiine gittim, biraz sonra iri yapılı bir bey geldi, daha imam ve müezzinde gelmemişti. İlk gelene sordum, “Efendim ben tıbbiyede okuyorum, mektebinde birincisiyim. Hocam eczacılığa kaydını naklettir diyor, annem de doktor olacaksın diyor, ben ne yapayım” dedim. O zât; “Evladım senin hocan kim” dedi. Bende; Abdülhakim efendi hazretleri dedim. O zât, “Evladım sen hakiki bir büyük bulmuşsun, böyle bir hocanın bir sözüne bin ana fedâ olsun, hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma” dedi. Meğer O zât Cevad beymiş. Onun için Cevad bey benim ilk mürşîdim oldu. Cevad bey, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir paşa idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istida (dilekce) verdim. Ankaradan cevab geldi ki; “Sınıfın birincisidir, çalışkandır bunu eczacıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz” diye cevab geldi. Ya’nî reddetdiler beni. Efendiye gitdim. Efendim, böyle böyle izn vermiyorlar dedim. “Tekrar istidâ ver” buyurdu. Ben tekrar dilekçeyi verdim, nihayet kabûl edildi, eczacıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçtim. Efendi hazretleri lisan öğrenmeye çok ehemmiyet verirdi, Arabîyi, Farisîyi çok iyi bildiği halde, Avrupa dillerinide bilsem, daha çok hizmet ederdim buyururdu. Onun için, Eczacılıkta okurken, Fransızcamı ilerleteyim diye beni, Parisde çıkan Fransızca (Le Matin) gazetesine abone yaptırdı. Böylece ben Fransızcamı ilerlettim. Hadîsi şerifde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi vesellem; “Bir kimse herhangi bir milletin lisanını bilirse onların hilesinden kurtulur” buyurdu, derdi. Onun için Fransızca öğrenmeğe beni teşvik etti. Hattâ, daha sonra ben Genelkurmayda almanlarla çalışıyordum. Efendi hazretleri; “Alamanlarla çalışda alamanca öğrenme! öyle şey olurmu, alamancada öğren” dedi bana. Eczacı mektebini birincilikle bitirince, Gülhane hastanesinde bir sene staj yaptım. Stajıda birincilikle bitirince, üsteğmen rütbesiyle, askerî tıbbiye mektebine müzakereci olarak tayin edildim. SİLSİLE-İ ALİYYE Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî, irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî. Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna, çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî. Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında, dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî. Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu, nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî. Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc, çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî. Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sedef, andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî. Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi, Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir envâr-ı rahmânî. Ubeydüllah-i Ahrâr ve kâdî Muhammed Zâhid, Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî ile Bâkî. Bütün bunlardan gelen, nûrlara kendi de katıp, cihânı aydınlatdı, imâm-ı Ahmed Rabbânî. Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr, ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî. Feyz verdiler sırayla, sonra bu nûru Abdüllah, Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî. Hem seyyid-i Sâlih de, kardeşin yerini tutup, Büyük bir Velî oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî. Bu otuzüç Velînin, kalbleri bir ayna gibi, yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi. Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede, ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî. İslâmın düşmanları, binbir hîleyle aldatıp, îmândan ayırırken, nice yüzbin müslimânı. Vandan doğan o güneş, İstanbulda, senelerce, ışık saldı durmadan, kurtardı dinle îmânı. Ankaranın toprağı, binüçyüzaltmışikide, cem’i zıddeyn yaparak, şâd etdi Hâcı Bayrâmı. Düâ edeceğin zemân, Silsileyi oku hemân! Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i ilâhî. | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:21 pm | |
| |
[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] C: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh)
Kimya fakültesinde okuması ve yeni bir buluşu: Eczacı mektebi bitince bütün eczacılar anadoluya tayin edildi. Âdet öyle idi. Harb okulunu bitiren anadoluya tayin edilirdi. Benim arkadaşlarımı da anadoluya tayin etdiler. Beni İstanbulun ortasında, tıbbiye mektebine müzakereci subayı tayin etdiler. Görülmemiş bir şey oldu bu. Hatta birkaç sene sonra tıbbiye mektebinin eczacısı, binbaşı tekavüd oldu. Onun yerine gelen binbaşı, bir paşadan bahsetti, “bu paşa neyin oluyor” dedi. “Amcan mı, dayın mı?” dedi. Ben tanımıyorum öyle birisini dedim. Dedi ki; Sen ne diyorsun! Sizin tayininiz yapılırken, ben yapardım tayinleri. Ben o zemân personel dairesinde sıhhiye şubesi müdürüydüm. Bütün doktorların, eczacıların tayinlerini ben yapardım. Senin İstanbula tayinin için iki kerre benim ayağıma geldi. “Hilmi’nin işi ne oldu, Hilmi’nin işi ne oldu?..” dedi. Herhalde senin ya amcan, ya dayın olmalı diyor. Vallahi tanımadım dedim. Diyorki; “Koskoca paşa, benim gibi bir binbaşının ayağına geldi, Hilminin işi ne oldu dedi. Tıbbiyeye müzakereci olarak, memleketine tayinini istedi” diyor. Efendinin kerameti efendim. Ben tıbbiye mektebinde talebe iken, subay talebeler de vardı. Birtanesinin ismi, Daim bey idi. O Daim bey piyade idi, fekat dişçi mektebine devam etdi. Nasıl ben kimyaya devam etdim kimyager oldum, o da öyle diş tabibi oldu. Eczacıydım ben. Efendi hazretleri kimyaya kayd olmamı söyledi. Yoksa benim kimyaya kaydolmak aklımda bile yokdu. Kaydoldum. Kimyager oldum, kimya mühendisi oldum. İşte bu Daim bey’de açıkgöz biri idi. Dişçiliğe devam etdi. Diş tabibi oldu. Sonra istifasını istedi. Sivil oldu. Ankarada muayenehane açtı. O Daim beyle, nöbetçi olduğumuz zemânlar geceleri konuşurduk, birbirimize anlatırdık. Ben üstteğmendim, o da binbaşı idi. Daim bey dişcilikte okumadan evvel Çankayada muhafız alayındaymış. Oradaki hatıralarını anlatırdı. Birgün Hâlid paşayı anlattı. Halid paşanın başına neler geldiğini anlattı. Askerî tıbbiyede müzakereci iken, Efendi hazretleri; “Niye boş duruyorsun madem üniversitede vazifen var kimyayı bitir” dedi. Beni kimyaya teşvik etdi. Yüksek matematikçi Von Mises’den, mekanik profesörü Prager’den, fizikçi Dember’den, teknik kimyâyı Goss’dan okudum. Kimyâ profesörü Arnd’ın yanında çalıştım. Takdîrlerini kazandım. Arndın yanında altı ay travay yapıp (Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri) cisminin sentezini yapıp, formülünü tesbit ettim. Dünyada ilk olan bu başarılı travayım, Fen fakültesinin 1937 senesi ikinci kânun tarihli (Fen Fakültesi Mecmûasında) 139. sahifede ve Almanya’da çıkan (Zentral Blatt) kimyâ kitâbının (m.1937) târih ve (2519) sayısında (H. Hilmi Işık) başlığı altında yazılıdır. 1936 senesi sonunda 1/1 Sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldım. O sene Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan almanca öğrendim. Harb gazları mütehassısı oldum. Başarılı hizmetler gördüm. Meselâ İkinci cihân harbi’nde, İngilizler Polonya’ya yüzbin halk maskesi sattı. Maskeler Çanakkale Boğazı’ndan geçerken Almanlar Polonya’yı istilâ etti. İngilizler maskeleri Türkiye’ye satmak istedi. O zaman yüzbaşı rütbesinde idim. Bunları muâyene ettim. Süzgeçlerin zehirli sisleri kaçırdığını anlayarak, (kullanılamaz, işe yaramaz) raporunu verdim. Milli Savunma Bakanlığı ve İngiliz sefîri inanmadılar. Telâşa düştüler. İngilizlerin yaptığı şey, nasıl bozuk olurmuş denildi. İsbat ettim. Sonra, parçalanıp yamalık olarak kullanılabilir raporunu verdim. Üniversite inkılabı 1934 de yapıldı. O zemân bütün profesörleri işten attılar, yerine Almanya’dan yehûdileri getirdiler, işte Arnd’da onlardan biri idi. Eskiden üniversitenin adı darülfünun idi. İnönü üniversiteye çevirdi. Hidiv Kâmil paşanın hanımı Zeynep hanımın konağı vardı veznecilerde, Zeynep Kâmil hastanesini yapdıran hanımın köşkü, fen fakültesiydi. Almanlar geldiler, hayran kaldılar, şaşkına döndüler, tavanlarında âyet-i kerîmeler vardı, altunla yazılmışdı. Biz orada okuduk. Merdivenlerin başındaki topuzlar zümrütten yakuttan yapılmışdı. İslâm eseri idi bu sarây. Sonra yaktılar, elektrik kontağı dediler. Türkiyede ilk kimya mühendisi benim efendim. Diploma numaram 1/1. Hatta o zaman kimya mühendisliği diploması da yoktu. Üniversiteye istidâ (dilekce) verdim. Almanyada bu dersleri bitirenlere yüksek mühendis diploması veriyorlar, siz niye vermiyorsunuz diye fen fakültesine yazdım. Profesörler meclisine koydular dilekceyi, kabûl edildi, bana hak verdiler ve kimya yüksek mühendisi diye ilk ünvanı bana verdiler. Yüksek kelimesini ben koydurdum. Ondan sonra mezun olanlar benim sayemde kimya yüksek mühendisi oldular. Evliyânın, salihlarin isminin söylendiği yere rahmet yağar.
Allahü teâlânın sıfatlarından en kıymetlisi muhabbet sıfatıdır. Bütün dünyaya, hidayet, nur, Peygamber efendimizden geldi. Şimdide, Peygamber efendimizin varisleriyle geliyor.
Bütün kemâlat, bütün fazîletler, büyüklerin sohbetindedir. O sohbet ele geçti mi her şey ele geçti demektir. Şimdi o büyükler yoksada, onların kitapları var. Cuma günü duanın kabul olduğu bir saat vardır, saati icabedir bu. Ulemâ bu saat ikindi vaktidir buyurmuş. Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri bu saat mâlum olsa, sohbeti salihin isterim buyurmuştur. Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)
Mesajı son düzenleyen prihana ( 30-12-09 - 08:34 )
|
| |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:22 pm | |
| Bizim kimya hocamız Arnd vardı. Onun yanında travay yapdım. Bir cismin sentezini yapdım. Sentez kolay fekat ismini tespit etmek zor. İsmi şu; (Phenylcyan-nitromethan-methyl esteri). Formülünü tesbit etdim. Bütün dünyâda ismi Hilmi Işık diye geçdi. Profesör Arnd’a rapor verdim; Şununla şunu karışdırınca azot gazının çıktığını iki gözümle gördüm diye yazdım rapora. Kabûl etmedi. Sana kulaklarınla gördün veya tek gözünle gördün diyen var mı, iki gözüm yazısını çıkar ordan dedi. Bir gün ona sordum siz böyle mükemmel türkçeyi nerden öğrendiniz dedim. Beni çok severdi. Gel sana söyleyeyim dedi. Ders verdiği salona götürdü beni. Duvarlar çatlaktı, şu duvarın çatlağı tavanda devam ediyor, ordan da aşağı iniyor, bunlar nedir biliyor musun. Beni Sultan Hamid han buraya getirtdi, o zemân ben bu salonda ders veriyordum. Kimya profesörü idim. Bu çatlaklarda çubuklar takılı idi. Çubuklara da perde takılı idi. Dershanenin yarısı perdeyle ikiye bölünmüştü. Ön tarafta erkek talebeler otururdu, arka tarafta da kız talebeler otururdu dedi. Şimdi karmakarışık dedi. Bir gün merdivenden çıkarken konuşa konuşa gülerek çıkıyorduk. Gülerken bana dedi ki; İyot artıkları içinden iyodu nasıl ayırırsın dedi. Ben de arkadaş gibi cevab verdim anlattım. Sene sonunda, imtihana girdik, imtihana beş, altı talebeyi birden alırdı. Ayakta diker soru sorardı. Sıra bana gelince beni atladı geçdi. Efendim beni imtihan yapmayacak mısınız dedim. Ben seni imtihan yapdım dedi. Ne zemân dedim. Hâni bir gün kapıda buluştuk, merdivenden çıkarken sana iyot artıklarını sordum ya, o imtihandı işte dedi. Sen o zemân 10 numarayı aldın dedi. Sonra Almanya’ya gitdi. Kimyager sınıfına geçmesi. (Zehirli gazlar ve harb gazları mütehassısı olması) : Türkiyede ilk kimya mühendisi benim efendim. Diploma numaram 1/1. O sene Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğum, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarımdan dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Kimya fakültesini 1936 yılında bitirince, Ankaraya tayin oldum. Mamakda kimya fabrikası vardı. Oraya tayin etdiler beni. Mamakda köylülerden birinin evini kira ile tutdum. Ev çok büyüktü. Bahçeside çok kocamandı. Vişne bahçeleri, ayva bahçeleri vardı. O bahçenin dağ tarafındaki yamacında su künkleri vardı. İşte sultan Hamidin getirdiği su o bahçeden geçiyormuş. Elmadağ o tarafdaydı. Ankara valisi Abidin paşa varmış. Celâleddin-i Rûmi hazretlerinin Mesnevîsini şerh etmiş ki, çok ağır bir kitâbdır o. Abidin paşanın kabri Fatih Câmiinin yanında, Câminin bahçesindedir. Sultan Hamid zemânında Ankara valisi idi. Onlar âlim insanlardı. Hem âlim hem edib. Edib demek; terbiyeli demekdir. Ankara valisi İstanbula, halîfeye mektûb yazıyor. O zaman halife Sultan Hamid han idi. “Efendim, Ankaranın içme suyu malumualiniz kireçlidir. Ankaradan altmış kilometre uzakda Elma dağı var efendim. Elma dağında mis gibi su çıkıyor, hiç kireci yok, gayet lezzetli. Ankaradaki evladlarınız, para topladık efendim, bu Elma dağının suyunu Ankaraya getireceğiz müsaade buyurulursa” diyor. Böyle büyük iş yapmak için halifeden izn almak lâzımmış. Halifeden izn almadan olmaz bu iş. İzin istiyor. Sultan Hamid de cevab yazıyor: “Evladım, bizim dinimizde su getirmek en büyük ibâdetdir. Oradaki evladlarımız müsade etsinler de; bu ibâdetin sevabını ben alayım.” diyor. “Onun için kaç bin altın topladınsa onu sahiblerine iade et, geriye ver. Bu suyun bütün masraflarını ben temin edeceğim.” diyor. Saraydan verecek ama, devletin parasını değil. Vergi milletin hakkıdır. Onun için sultan Hamid serâydan verecek ama vergiden veremez. Babasından kalma mirasları vardı. Meselâ kendi mülkü olan toprakları var. Babalarından kalmış olan paralardan veriyor ve Ankaraya geliyor o su. Ankarada yüzlerce yere çeşme yapılıyor. Cebeciyle Kurtuluş istasyonunun arasında, meydan var, çukurda. O çukurdaki meydanda sultan Hamidin öz parasıyla yapdırdığı çeşme vardı. Efendim, haziran ayında, sıcakta o çeşmeden su içdim, buz gibi idi. Dağdan geliyor çünkü. Kar suyu, buz gibiydi. Ankaranın her yerinde vardı bunlar. Sonradan o çeşmeler kaldırıldı. Osmanlı halifesi milletine, tertemiz buz gibi suyu dağdan getirtmişti. İşte o suyun geçtiği su künkleri, bizim bahcede idi. Genel Kurmayda Almanlarla çalışıyordum. Efendi hazretleri; “Alamanlarla çalışda Alamanca öğrenme! Öyle şey olurmu, Alamanca da öğren” dedi. Ankara’da, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldım. Burada onbir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştım. Onlardan almanca öğrendim. Harb gazları mütehassısı oldum. Ankara’da zehrli gaz maskelerinde vazifeliydim. Genelkurmay, fabrikanın kontrolüne beni tayin etmişdi. Kızılayın maske fabrikası hâlâ duruyor. O fabrikayı askeriye nâmına kontrol ederdim. Orada çalışan bir Cemal efendi vardı, bu Cemal efendi benim yardımcımdı. O, kızılayda çalışıyordu fakat kızılay bana yardımcı olarak vermişdi onu. Babası da, diyanet işlerinde hey’eti müşavere âzâsı idi. Yâni din adamıydı, o zemânın din adamı. İşte o zemânın din adamlarından biriymiş Cemal efendinin babası. Bir gün oğluna demiş ki; Oğlum seni mektebe verdim okumadın, sanata verdim çalışmadın, sokakda kalmıyasın diye kızılaya verdim. Birkaç aydır senin ahlâkında, hareketlerinde bir değişiklik, bir tebeddül görüyorum, düzelme var sende demiş. Eskiden babasına sen dermiş, şimdi siz diyor, babacığım diyor. Önceden babasının önünden geçer gidermiş, şimdi babasına yol veriyor, saygı gösteriyor. Oğluna; sen bu islâm ahlâkını nereden öğrendin, senelerce ben sana öğretemedim diyor. Cemal efendi de demişki; maske fabrikasında, başımızda yüzbaşı Hilmi bey var, Ondan öğreniyorum demiş. Babası da, aman ne mübârek yüzbaşın varmış, Onu diyanet işlerine getir de, onunla bir konuşayım demiş. Bana söyledi Cemal. Ben de gitdim. Meşveret meclisi idaresi a’zâsı idi babası. Konyalı Eyüp Necati Perhiz diyorlardı ona. Din adamları o zemân ilm sâhibiydi, Sultan Hamid Hân zemânından kalmış. Adamcağızın odasına gitdim. Beni karşıladı, oturduk, konuşduk, sohbet etdik. Size teşekkür edeceğim, birde hediye vereceğim, onun için çağırdım buraya dedi. Efendi hazretlerine sormadan bir kitabı okumazdım. Efendi buyururduki; "Bozuk kitab okuyanın imanı da bozulur". Kızılayın maskelerini muayene ediyorum, iyi mi, bozuk mu karar veriyorum, iyilerini askeriye satın alıyor. Her ay o zemânın parasıyla yüzelli milyon liralık maske alınıyor. Benim raporum lâzım, iyidir dersem alıyorlar. O zemân, ingilizler de bize halk maskesi satmış. O halk maskesini, ikinci cihan harbinin başında Polonyaya satmış ingilizler. Maskeleri gönderiyor gemilerle. Maskeler boğazdan geçerken, Polonya sükût ediyor, yâni Almanya işgal ediyor, Polonya hükûmeti kalmıyor. Tabî ingilizler de maskeleri satamıyorlar. İstanbulda gemilerden indiriyorlar. Türk hükûmetine diyorlar ki; bunları size satalım. Satın aldılar. Gel gelelim, Maliye vekaleti parayı vermedi, kanun var dedi, rapor lâzım, iyi diye raporun varsa veririz diyor. Dönüp dolaşıp bu mesele bana geliyor, çünkü raporu ben veriyorum. Maskeleri getirin dedim. İngilizlerin satdığı maskeleri muayene etdim, bozuk çıkdı. Zehrli gazları kaçırıyordu. Ben de, bu maskeler bozukdur diye rapor verdim. Biraz sonra paşalar geldiler; aman oğlum, sen bunlara bozuk deme, bazı siyasi sebeplerle almamız lazım dediler. Parasını hükûmetin vermesi için rapor lâzımmış dediler. Paşam buna imkân yok, bozuk şeylere iyi diyemem dedim. -devamı var- | |
| | | Da®kAngéLs
Mesaj Sayısı : 1302 Tecrübe Puanı : 3627 Kayıt tarihi : 05/01/10 Yaş : 30 Nerden : Geldim Ben Buraya? Ruh Hali : Reklam :
| Konu: Geri: Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) Cuma Mayıs 07, 2010 12:22 pm | |
| Mübarek hocamız Hüseyin Hilmi Bey'in hayatını, O'nun hayatını bölüm bölüm anlatan, Huzur Pınarı'nın mail grubundan, mailime birkaç günde bir gönderilen maillerden buraya kopyala-yapıştır şeklinde aktarıyordum. Her nedense, bu mailler kesildi ve hayatı da yarım kaldı. Ben de başka bir kaynaktan alıntı yaparak Hocamızın hayatını daha kısa bir şekilde tekrar ve sonuna kadar yazmak sitiyorum. Doğrusu yarım kalmış olmasını içime sindiremedim. Kaynak İstanbul Evliyaları, Cild 1'dir. Hüseyin Hilmi Işık (1911-2001) kimyadaki buluşu ve yazdığı kitaplarla tanınan son devir İslam âlimidir. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi kullanmıştır. 8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrahim Pehlivan Plevne’nin Lofca kasabası Tepova köyünden annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da Lofca kasabasından idiler. Babası Said Efendi Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum mezarlığındadır. Okula Başlaması [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.]Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. O sene Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi. Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi. Lisede okurken mukaddesâtına saldıranları görünce hayâl kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce berâber oruç tuttuğu namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o kalmıştı. Yalnız kalmak onu çok üzdü. 1929 senesinde lise son sınıfta on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı Haliç’in ışıklı dalgaları sanki ona “üzülme sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler hârikalar hazînesi ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh” önce rüyâda sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti. Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşmasıBir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr içerde oturmuş önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği çok merâk ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp "Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun" diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı. Hoca efendi kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca câminin boş yerine koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında "Râbıta-i Şerîfe" ve altında "Abdülhakîm" yazılı idi. Yanındakine sorup kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu Cuma günleri Eyüp Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. "O başka câmide imâmdır. Orada kılıp buraya gelir. Dışarıda bekler" dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü. Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi serin suya kavuşmuş ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor onun sevimli nûrlu yüzünü seyretmeye söylediği her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış kendinden geçmiş dünyâ işlerini mektebini her şeyi unutmuştu. Kalbinde tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. "Fenâ" denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet sanki bir derste hâsıl olmuştu. Ne yazık ki bir saat geçmiş ders bitmişti. Bu bir saat Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş rüyâdan uyanır gibi elindeki not defterini cebine koyarak dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken birisi eğilip kulağına "Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!" dedi. Bu sesin sahibi Seyyid Abdülhakîm Efendi idi. O gece Hilmi Efendi rüyâsında "Bulutsuz parlak mâvi bir semâ gördü. Etrâfı câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü." Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra yine rüyâsında "Hazret-i Hâlid'in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı." Yanından hiç ayrılmıyorduArtık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh namazından önce gelipyatsıdan sonra istemeye istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte namazda istirâhatte bir yere gitmekte Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi tatil günlerinde boş kaldığı zamanlarda da hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar birkaç ay sonra Arabî ve Farisî okuttu. Emsile Avâmil Simâ'î masdarlar. Emâlî kasîdesi Mevlânâ Hâlid Dîvânı İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti. Seyyid Abdülhakîm Efendinin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe İmâm-ı Begavî'nin "Kazâ-kader" hakkındaki birkaç satırının Arabî'den Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi yaparak ertesi gün hocasına götürünce "Çok iyi doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti" buyurdu. (Bu tercüme Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır) Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Efendi tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O hafta Eyüp'e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken "Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur" buyurdu. Hilmi Efendi "Ben sınıfın birincisiyim. Eczâclığa geçmek için izin vermezler" deyince: "Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder" buyurdu. Dilekçelerden yazışmalardan sonra Hilmi Efendi Eczâcı mektebi ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendinin emri ile Paris'te çıkan Le Matin gazetesine abone olup Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip ilk önce üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci tâyin edildi. Yeni bir buluşu[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Bu arada yine hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliğini okumaya başladı. Von Mises'den yüksek matematik Prager'den mekanik Dember'den fizik Goss'dan teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt'ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arndt'ın yanında altı ay travay yapıp (Phenyl-cyan-nitromethan'ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve formülünü tesbit etti. Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı fen fakültesi mecmûasında ve Almanya'da çıkan "Zentral Blatt" kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Işık 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye'de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek Ankara Mamak'ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on bir sene kalıp Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü. Sarf ve nahv mühendisi[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" her fırsatta İstanbul'a giderdi. Bu ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm Efendi cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: "Pekçok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil'in tercümesini güzel yapmış. Demek ki anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil'in bir şerhi bir de mu'rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi nâdir olmuş azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz." Başka bir mektupta "Hilmi mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!..." Hüseyin Hilmi Işık Mamak'ta iken İmâm-ı Rabbânî'nin ve oğlu Muhammed Masûm'un üçer cild Mektûbât'larının Müstekımzâde tarafından yapılan Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak bu altı cild kitâptan harf sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde meydâna gelen bu özeti İstanbul'a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye okudu. Hepsini dikkatle dinledi çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini "Kıymetsiz Yazılar" koy buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık'ın şaşırdığını görünce "Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?" dedi. (Bu kitap Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır) Evlenmesi1940 senesinde Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi. Belediye kaydını müteakip nikahı Hanefî ve Şâfi'î mezheblerine göre Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık'ı yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisine duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak "Sen benim hem kızım hem de gelinimsin" dedi. Böylece Hüseyin Işık'ı manevi oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı. Hocasının vefatı[Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" 1943 senesi sonbahârında Ankara Hamamönü'ndeki evinde otururken Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip "Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor" dedi. Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara'da ne işi olabilirdi? Birlikte Fârûk Beyin Hâcı Bayram'daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin Ankara'da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok zayıf hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık her akşam gelip koluna girer ve yatak odasına geçirdikten sonra üstünü örtüp yüksek sesle "Kul-e'ûzü"leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri ziyârete gelenler karşısındaki sandalyelere otururlar az sonra giderlerdi. Hilmi Işık'ı her zaman yatağının içine oturtur hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün sonra burada vefat etti. Bağlum'da defnedilirken oğlu Ahmed Mekkî Efendinin emri ile Hilmi Işık kabre girip dînî vazifeleri yaptı. Yine Mekki Efendi "Babam Hilmi'yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!" buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine getirdi. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" birkaç sene sonra İstanbul'da yazdırdığı mermer taşı Bağlum'daki kabre koydurdu. Van'da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul'da Abdülfettâh Akri ve Muhammed Emîn Tokâdî'nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971'de Delhi Diyobend Serhend ve sonra Karaşi'yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın zevcesinin kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti. VefatıHüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân 1422)'de vefât etti. Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce insan katıldı. Eyüp Sultan'da toprağa verildi. Hüseyin Hilmi Işık'ın bir kızı bir oğlu olup oğlu Abdülhakim Bey babasından yedi ay önce Hakk'ın rahmetine kavuştu. Damadı İhlas Holding'in sahibi Enver Ören torunu A. Mücahid Ören'dir. Bir torunu da Abdülhakim Bey'in oğlu Ferruh Işık Bey'dir. Hüseyin Hilmi Işık'ın zevcesi Nefise Sîret Hanım 28 Şubat 2009 tarihinde İstabul'da vefat ederek zevcinin yanına defnolundu. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" hayatı boyunca insanlarla iyi geçinmeyi güzel ahlâk sahibi olmayı tavsiye etti. Fitne çıkarmaktan her zaman çok sakındı ve sevenlerine de bu hususta hep ikazda bulundu. Güler yüzlü olmayı güzel ve temiz giyinmeyi tavsiye etti. Bu zamanda İslamiyete hizmetin bu şekilde yapılacağını söylerdi. Politikaya asla karışmadı. Siyaset adamları ile görüşmekten kaçındı. Yetiştirdiği binlerce öğrencisi ülkeye hep faydalı hizmetlerde bulunmuşlardır. "Ehl-i Sünnet o kimsedir ki bir yerde bir saat kalsa orada hayırlı bir iz bırakır" derdi. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" son derece vefakâr idi. Ecdadımıza büyük hürmeti vardı. İslam âlimleri ve Osmanlılara vefa borcu olduğuna inanır ve onları büyük bir muhabbetle severdi. "Osmanlılar olmasaydı biz şimdi Müslüman ve Ehli sünnet olamazdık" derdi. Hocası Seyyid Abdülhakim Efendinin talebeleri ve aile efradına hürmet ve ihsanlarda bulunmayı bir vefa vecibesi addederdi. Seyyidlere büyük hürmeti vardı. Ömrü boyunca onlara hizmet etmeyi onların sıkıntılarını gidermeyi maddî ve manevî destek vermeyi kendine önemli bir vazife bildi. "En büyük keramet istikamet üzere olmaktır" buyururdu. Namazı ve diğer ibadetleri birinci vazife olarak görür altını çize çize "Namaza mani olan işte hayır yoktur" derdi. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" dine zararı olmayan şeylere üzülmezdi. Çocukların yaramazlıklarını tabii görürdü. Ama onlara dinlerini öğretmekte gevşek davranılmasını hoş görmezdi. Şahsî malı serveti yoktu. Çok çalışkandı. Nesi varsa kitaplara ve kitapların dünyaya yayılmasına harcadı. Hakikî bir tevazuya sahip idi. Kendisini asla başkalarından üstün görmez sevenlerine "Benim günahım hepinizden çoktur çünkü ben hepinizden daha yaşlıyım" derdi. Evine gelen misafirlere lâyıkıyla hizmet ederdi. Evinin alış verişini bizzat yapar odununu ve kömürünü kendi alır fatura ve vergilerini kendisi yatırırdı. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" ailesinden Osmanlı terbiyesi Seyyid Abdülhakîm Efendiden de tasavvuf edebi almış idi. Kendisinden büyüklerin yanında konuşmaz kimse ile münâkaşa etmez edebi gözetir ekseriyâ iki dizi üzerine oturur bağdaş kurmayı bile edeb dışı görürdü. Bursa'da eski müderrislerden Ali Haydar Efendiyi ziyaretinde saatlerce iki dizi üzerinde oturunca Ali Haydar Efendi talebelerine "Hilmi Beyden edeb öğrenin edeb!" demişti. Güzel ahlakıHüseyin Hilmi Işık çok nazik ve kibardı. Mamak Maske fabrikasında vazife yaparken orada Cemal adında bir genç çalışıyordu. Babası Diyanette heyet-i müşavere azası Konyalı Eyüb Necati Perhiz idi. Genç evde de efendimli konuşmaya ve ibadetlerini yapmaya başlayınca babası bu değişikliğin sebebini sordu. Bizim bir kumandanımız var çok kibar birisidir. Efendimsiz konuşmaya alışırım da onun yanında da öyle konuşurum diye korkuyorum dedi. Babası şaşırdı. Oğlu ile Hüseyin Hilmi Efendiye kendisini ziyaret edip teşekkür etmek üzere haber gönderdi. Hilmi Efendi "babanız yaşlıdır. Buraya gelmesi de uygun olmaz biz ona gidelim" dedi; ve ziyaret etti. Seâdet-i Ebediyye kitabını ilk çıkardığı sıralar subaylara senede bir kaç defa çift maaş verirlerdi. Çift maaşın tekini biriktirip bu kitabı çıkarmak için harcardı. Hüseyin Hilmi Işık'ın "rahmetullahi aleyh" sabır ve tahammülleri çok idi. İnsanlardan bir eziyet sıkıntı gelse katlanır mukabele etmezdi. Yerine göre pamuktan yumuşak ama küfre bid'atlere ve günâha karşı da çelik gibi sert idi. Dinimizin öngördüğü derecede cesûr idi. Kitaplarında doğruyu yazmaktan kaçınmaz "Korkulacak yalnız Allahü teâlâdır" der ama fitne çıkmamasına da çok dikkat ederdi. Devletin kanunlarına uymada çok titiz davranırdı. Müslüman dine uyar günah işlemez; kanunlara uyar suç işlemez derdi. Sık sık "Vatan sevgisi imandandır" hadis-i şerîfini okurdu. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" maddî ve mânevî dünyevî ve uhrevî ve bilhassa fen tıb ve eczacılık ilimlerinde zamanın ileri gelenlerinden olduğu için gerçek bir âlim idi. Her sözü ilme fenne ve tecrübeye dayanan ve bu bilgilerini ve tecrübelerini dinin temel ve asıl miyarları ile karşılaştırıp tartarak söylediğinden hikmet konuşan yâni her sözünde dünyevi veya uhrevî faydalar bulunan belki eşi bir daha çok zor bulunabilecek olan bir zât idi. En kıymetli kitaplardan tercüme ve derlemeler ile telif eserler vücuda getirdi. Akaid husûsunda bilhassa Ehl-i Sünnet ve Cemâat inancını sâde bir dille açıklayıp bu inancın yayılmasına öncülük etti. Hanefî Mâlikî Şâfi'î ve Hanbelî mezheblerindenbirinde bulunmanın Ehl-i Sünnetin alâmeti olduğunu herkesin kendi mezhebine göre amel etmesinin şart olduğunu zarûret ve ihtiyâc hâlinde hak olan dört mezhebden birinin taklîd edilebileceğini Ehl-i Sünnet kitaplarından alarak açıklayıp herkese duyurdu.Seâdet-i Ebediyye ve diğer kitaplarında binlerce mesele yazdı. Unutulmuş ilimleri ihyâ etti. "Ümmetim bozulduğu zaman bir sünnetimi ihyâ edene yüz şehid sevâbı verilir" hadîs-i şerîfini hep göz önünde tutarak farzları vâcibleri sünnetleri hattâ müstehabları uzun uzun yazdı. Dünyanın her tarafındaki insanlara doğru İslamiyet'i tanıttı. Ehli sünnet âlimlerince tasvip ve medhedilen yüzlerce Arabî ve Fârisî eseri Hakîkat Kitâbevi vasıtasıyla yedi iklim dört bucağa yaydı. Vehhabi Şii Kadiyani gibi bozuk fırkaların doğru yoldan ayrıldıkları noktaları bütün dünyaya tanıttı. Ehl-i Sünnet itikadı canlanmaya kıpırdamaya ve yeşermeye başladı. Bu bakımdan yaptıkları işi dîni tecdid (yenileme ve kuvvetlendirme) ile isimlendirenler oldu. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" aynı zamanda çok kudretli bir şair ve tarihçi idi. Muhtelif vezin ve türde yazdıkları şiirler emsalsiz güzellikleri ile kitaplarında yer almaktadır. Abdülhakîm Efendi kendisine bir ders verdikleri zaman; "Bin kemal sayısıdır bir şey bin kere okunursa ezberlenir ama sen zekîsin beş yüz kere okusan ezberlersin" derdi. Doksan yıllık hayâtının sonuna kadar hâfıza ve zekâsından hiç bir şey kaybetmedi. Öğrenmek istediği şeyi tam öğrenirdi. Bu sebeptendir ki yetmiş beş yaşından sonra namaz vakitlerine dâir yazılmış bir çok kitabı inceden inceye okumuş anlamış ve Seâdet-i Ebediyye ve başka eserlerine ilâve etmiştir. Oradaki girift trigonometrik hesapları kolaylıkla yaptığını görenler gerçek bir fen adamı olduğunu kabul ederlerdi. Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh" iktisada tasarrufa çok riayet ederdi. İsrafı tasvip etmezdi. Bir ihtiyaç olmadıkça evinden dışarıya çıkmaz ilimle kitap mütalaasıyla meşgul olurdu. Sevenlerine çok okumalarını ve muteber kitapları herkese ulaştırmaya çalışmalarını tavsiye ederdi. "İslâmiyet her safhası ile ahlâkı ile itikadı ile ameli ile yaşanan bir dindir. Hepsi bulunursa tam olur. Yoksa kişinin dini eksik olur" derdi. Yazdığı kitapların her biri zamanımızda önemli bir boşluğu doldurdu ve ihtiyaçları karşıladı. Sıhhati muhafazaya son derecede itina gösterir mevsime göre giyinirdi. "Elektrik cereyanı öldürür hava cereyanı süründürür"; "Yaşlıların üşütmekten ve düşmekten çok sakınması gerekir"; "Sıhhati korumak Müslümanların üzerine vecibedir ibadetleri yapmak ancak bununla mümkün olur" derdi. "Sıhhat için paraya acınmaz" buyururdu. Zamanı yerli yerinde ve en iyi şekilde kullanırdı. Her işini muayyen bir zamanda yapardı. Vakit hususunda verilen sözlere de riayet eder başkalarının da hassasiyet göstermesini isterdi. Mesela Yeşilköy'deki eczanesine gitmek için evinden çıkışı her zaman aynı vakitte idi. O vakitten bir dakika sonra çıktığı vaki olmazdı. Bir yere gidip gelirken kahvede oturan adamları görünce teessüfle "eğer parayla zaman satın almak mümkün olsaydı şu adamların zamanlarını alır çalışırdım" buyururdu. Okumaktan yazmaktan ve çalışmaktan uzak durmak ona göre insanın yaratılış sırrına ters düşerdi. [Resimleri görebilmek için üye olun veya giriş yapın.] Nasıl muvaffak oldunuz diye soranlara: Helekel müsevvifun yani "Sonra yaparım diyenler helak oldu" hadisi şerifine uyarak bugünün işini yarına bırakmadım ve kendi işimi kendim gördüm yapamadığım işi bir başkasına havale ettiğim zaman neticesini takip ettim" cevabını verirdi. "Bu zamanda İslamiyet'e hizmeti muvaffakiyetle yapabilmek için muhatabın anlayacağı gibi konuşmalı ve herkese tatlı dilli güler yüzlü olmalıdır" buyururdu. Her işinde orta yolu takip eder hiç bir şeyde aşırılığı tasvip etmezdi. En iyi hoca en iyi evlad en iyi kardeş en iyi eş en iyi baba en iyi dede en iyi komşu ve en iyi ilim adamı olmaya gayret ederdi. | |
| | | | Silsile-i Aliyye Altin halka Huseyin Hilmi ISIK Efendi (rahmetullahi aleyh) | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|